ANATOMİ TARİHÇESİ
Prof. Dr. Recep MESUT, Prof. Dr. Oğuz TAŞKINALP
Temel Tıp bilimleri arasında en eski geçmişe sahip kuşkusuz anatomi bilimidir. İnsan bedeninin iç ve dış yapısını, şeklini ve büyüklüğünü, vücut bölümlerini ve iç organlarını inceleyen ve öğreten anatomi, en eski çağlardan beri insanoğlunun merak ettiği konu olmuştur. Yazının keşfinden önceki anatomik bilgileri bilemiyoruz, fakat bazı toplulukların (Orta Asya, Güney Amerika) ölülerinin iç organlarını boşaltarak başarılı tahnit yapabildiklerine göre, asgari düzeyde anatomi bilgisine sahip olduklarını kabul etmeliyiz. Kadim Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarından günümüze kadar ulaşan yazılı belgelerde ise daha somut bilgiler karşımıza çıkar [“Smith” papirüsü (MÖ ~2500; “Ebers” papirüsü (MÖ~1550; Hammurabi kanunları (MÖ~1750)]. Eski Mısırlıların dini inancına göre ölülerin mumyalanması zorunlu olduğu için, rutin olarak iç organları çıkartılır, aseptik etkili reçinelerle ve sıvılarla doldurulurmuş. Mısırlılar hayati organ olarak kalbi, Mezopotamyalılar ise karaciğeri görürlermiş. Eski Çin’de ve eski Hindistan’da, kazılarda ortaya çıkan cerrahi aletler ise insan bedenine girişimler yapabildiklerine delâlet eder.
Denizci millet olan Yunanlılar Mısır’ı çok önceden keşfetmişler ve ticareti ilerletmişlerdi. Tapınak rahiplerinin bilgilerine hayran kalmışlardı ki, öğrenmek isteyen gençlerini de Mısır’a gönderiyorlardı. Özellikle hekim olmak isteyenler için vazgeçilmez bir ihtisaslaşma sayılırdı, çünkü insan ölülerini açma ve içyapısını görebilme imkânları oluyordu. Oysa çok tanrılı Greko-Romen dünyasında bunlar günah sayılıyordu ve yasaktı, ancak hayvan disseksiyonları yapabilirlerdi. Nitekim sadece hayvan disseksiyonlarına dayandırılan ilk deneysel çalışma Güney İtalya’daki [Magna Grecia] MÖ ~500 yıllarında Crotona’lı Alkmeon tarafından yapılmış, beyin ile görme siniri tanımlanmış, işitme borusu tarif edilmiştir. Alkmeon’a göre hayatın merkezi beyin’dir.
“Tıbbın Babası” kabul edilen İstanköy’lü Hippocrates’in (MÖ. 460-377) hekim yetiştirmek amacıyla Kos adasında kurduğu “Asklepieion” antik çağların en ünlü hastanesi olmuş, buradan yetişenler Hipokrat’ın görüşlerini “Corpus Hippocraticum” derlemesinde toplamışlardır. Bu derlemede kalp anatomisi, kalp boşlukları ve kapakları oldukça ayrıntılı anlatılmıştır.
Fakat anatominin isim babası ünlü doğa feylesofu Aristo [Aristoteles, MÖ. 384-322] olmuştur. Omurgasız hayvanların ve küçük memelilerin içyapısını öğrenmek için bunları keserek açan Aristo, bu yöntemine “anatomia” (Gr: “ana”= artan biçimde + “tomein”= kesmek) demişti. Zaman içinde insan cesetlerinin kesilerek açılmasına da, karışık olayların görünmeyen içyüzünün aydınlatılmasına da (örn. bir cinayetin anatomisi) aynı terim kullanılmaya başlandı. Sonradan Romalılar Latince karşılık olarak eşanlamlı “dissectio” (Lat.”dis”= parçalama + “sectio”= kesi) terimini ürettiler. Her ikisi de bilimin adı değildi (terkibinde “logia = bilim” yoktu), sadece bir araştırma yöntemini (metodunu) ifade ediyordu. Fakat milâttan önceki erken çağlarda henüz bilim dallarına “logia” (Gr: “logos”= söz, kelime) denmesi benimsenmemişti. Zaman içinde “anatomia” bilimin adı, “dissectio” ise yöntemin adı olarak ayrıştılar. Yıllar sonra “morphologia” (Gr: şekil bilimi) türetildiyse de, artık iki bin yıllık alışkanlık değiştirilemedi. Aristo bizlere bazı en eski anatomi terimlerini de bıraktı [aorta; meninges; placenta; arteria; trachea].
Aristoteles’in öğrencisi olan Büyük İskender’in fetihlerinden (MÖ. 334-323) sonra, Grekçe Ortadoğu’ya ve Mısır’a yayıldı. 300 yıl süren Helenistik kültürün bilim merkezi yeni kurulan Alexandria (İskenderiye) şehri oldu. İnsan cesetlerinin kesilip açılmasının yasaklı olmadığı bu ortamda, Akdeniz havzasının her tarafından hekimler İskenderiye Okulu’nda toplandılar. Rahatlıkla çok sayıda disseksiyonlar yaptılar ve insan anatomisinde büyük sıçrama kaydedildi. Chalkedon’lu (bugün İstanbul’un Kadıköy’ü) Herophilos (MÖ. 335-280) uzun yıllar burada çalıştı, yüzlerce disseksiyon yaptı ve daha önce bilinmeyen iç organları tanımladı (duodenum; pancreas; prostata; beyin sinüsleri; beyin karıncıkları). Herophilos ilk disseksiyon ustası ve “Anatominin Babası” sayıldı. Onun izinden giden Erasistratos (MÖ ~150) epiglottis’i ve Hegetor (MÖ ~130) lig. capitis femoris’i tarif ettiler.
Mısır ve İskenderiye şehri, MÖ. 30 yılında Roma İmparatorluğunun parçası oldular. Anatomi açısından İskenderiye Okulu’nun bilimsel önemi devam etti, çünkü Romalılarda da insan cenazelerinin açılması mübah değildi. İskenderiyeli hekimlerin birikimi başkent Roma’da ilgi gördü ve Latinceye kazandırıldı. Aurelius Cornelius Celsus (MÖ. 25-MS. 50) ilk büyük tıp ansiklopedisini “De Re Medicina” ortaya koydu, anatomi bilgilerine geniş yer ayırdı ve önceki Grekçe terimlerin Latince karşılıklarını üretti [os; cartilago; vertebra; humerus; radius; tibia; abdomen; anus; scrotum; patella; tonsilla; uterus].
Zamanın en iyi yetişmiş hekimleri Doğu Akdeniz havzasında Grekçe kaynakları kullananlardı. Ephesos’lu Rufus (MS. 80-150) anatomik terimleri listeledi ve Ephesos’lu Soranus (MS. 98-138) kadın-doğum anatomisini tasvir etti. Bergama (Pergamon) doğumlu olup, Bergama Asklepieion’da eğitim görmüş Galenos (MS. 130-200) önce İskenderiye’de olgunlaştı, Roma’ya gitti ve İmparatorluğun en ünlü hekimi oldu. Fakat sadece muayene ve tedavi ile yetinmedi, hayvanlar üzerinde (maymun, domuz) viviseksiyonlar yaptı, insan anatomisini sistematik olarak toparladı [“Anatomik Yöntem ve İnsan Vücudunun Bölümlerinin Çalışması”]. Fakat nasıl Aristo’nun otoritesi arterlerin hava ilettiğini (“aër”= hava + ”tereo”= iletmek) bilim dünyasına kabul ettirmişse, Galenos’un saygınlığı sayesinde kalp septum’larının geçirgen olduğunu 1300 yıl hekimler tartışmadılar.
Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) çağlarında (MS. 312 sonrası) tek tanrılı Hıristiyanlık egemen din oldu ve her türlü doğa araştırmaları yasaklandı. Hıristiyanlık âlemi “Karanlık Çağlara” girdi, dini dogma bilimin ilerlemesine set çekti, Mısır’da bile anatomik disseksiyonlara devam edilemedi. Buna rağmen, eski Grekçe kaynakları kullanabilen bazı Bizanslı hekimler, Herophilos’un ve Galenos’un insan anatomisi hakkındaki bilgilerinden yararlandılar: Sardeis’li Oreibasius (MS. 325-403), Aydın-Tralles’li Alexander (MS. 525-605) ve Aegina’lı Paulus [= Folus] (MS. 625-690) değerli tıp yazmaları bıraktılar. Fakat Batı Avrupa 1200’lü yıllara kadar tamamen karanlığa gömüldü, manastırlardaki rahiplerin dualarına ve geleneksel halk yöntemlerine mecbur kaldı.
Hıristiyan dünyasının baskıcı ve yasaklayıcı yüzyıllarında, Ortadoğu’da İslam dini doğdu (MS. 622 sonrası) ve Antik çağların bilgi birikimine sahip çıktı. Hıristiyan hükümdarlar, dinsiz diyerek İskenderiye, Bergama ve Atina kütüphanelerini yaktılar, fakat bunların dışında Grekçe ve Süryanice binlerce elyazması bulundu. Abbasi Halifelerinin teşvikiyle, Bağdat’ta, Şam’da, Rey’de (bugün Tahran’ın banliyösü) yoğun tercüme faaliyetleri başlatıldı, yeni hastaneler açıldı ve Arapça-Farsça telif eserler ortaya kondu. İslam tababetindeki “Tercüme Devri”, 750-900 yılları arasında, Antik çağların bilgi birikimini yok olmaktan kurtarmış ve günümüze kadar gelmesini sağlamıştır.
Ebu Bekir er-Râzi (= Rhazes) (854-932), Galenos’un tüm eserlerini Arapçaya tercüme etti ve tıp terimlerinin Arapça karşılıklarını üretti. 24 ciltlik “El-Havi” (Continens) ve 10 ciltlik “Kitab-ı el-Tıp el-Mansurî” (Liber Medicinalis Almansoris) İslam biliminin ve tıbbının temel taşı oldular. Bu arada “anatomia” tabirinin Arapça karşılığını da “teşrih” (“şerh”= açıklama, açım) olarak belirledi ki, hâlâ İslam ülkelerinde kullanılmaktadır. Osmanlı döneminde de tercih edilen bu deyim, 1933 Üniversite reformundan sonra, Arapça ıstılahların (terimlerin) terkedilmesi ve tüm dünyada yaygın kullanılan terimlere geçilmesi sırasında “anatomi” ile değiştirilmiştir.
İbni Sina (= Avicenna) (980-1037) İslam tıbbının zirvesini oluşturdu ve Hıristiyan dünyasında da büyük saygınlık gördü. Tıpla ilgili beş ciltlik “Kanun fit-Tıb” kitabı Latinceye “Canon Medicinae” başlığı altında tercüme edildi ve asırlarca Batı’nın ve Doğu’nun tıp fakültelerinde temel kaynak olarak tavsiye edildi. Bu ansiklopedik eserin ilk cildi teşrihe ayrılmıştı ve Galenos’un anatomi bilgilerini özetliyordu.
İslam dünyasının batı ucunda, Endülüs’ün Kurtuba (Cordoba) ve İşbiliye (Sevila) tıp merkezlerinde çalışan hekimler, XI.-XII. yüzyıllarda İslam bilimini ve tababetini daha üst seviyelere yükselttiler: Ebül-Kasım Zehravi [= Abulcasis] (936-1013) “Kitab-ül Cerrahiye”; İbni Zühr [= Avenzoar] (1101-1161) “Kitab el-Tesir”; İbni Rüşd [= Averroes] (1126-1198) “Külliyat”. Özellikle Zehravi’nin cerrahi alanındaki kitabı sağlam anatomi bilgisine dayanmakta ve İslam hekimlerinin cerrahi becerisini yansıtmaktaydı.
İslam’ın yükseliş ve liberal yıllarında (8.-12. asırlar) İslam tababeti de en başarılı devirlerini kaydetti ve Hıristiyan dünyasından üstün idi. İslam dini de insan ölülerinin kesilerek açılmasını günah sayıyordu. Bu nedenle anatomi bakımından yeni bilgiler elde edilemedi, Bukrat (Hipokrat), Herophilos ve Calinus (Galenos) anatomisi “teşrih” başlığı altında sürekli tekrarlandı. Sadece göz anatomisinde İslam bilginleri yeni verilere ulaştılar ve göz hekimliği ayrı bir ihtisas (kehhal) olarak şekillendi. Fakat Orta Asya kökenli İslam hekimleri, atalarından gelen “tahnit” (mumyalama) sanatını biliyorlardı ve hanların, sultanların cesetlerini ilâçlayabildiler. Bu mumyalar, Maveraünnehir, İran ve Anadolu’daki kümbetlerin bodrum katlarında muhafaza edildiler [halen Anadolu’da (Amasya, Konya, Harput) 22 mumya yerel müzelerde saklanmaktadır].
XI.-XII. yüzyıllarda, İslam’ın Hıristiyan âlemi ile temas noktalarında, Sicilya’da ve İspanya’da, “Tersine Tercüme Devri” (yani Arapçadan Latinceye) başladı ve Batı Avrupa’nın ilk hekim yetiştirme okullarına bin yıl önceki bilgiler ulaştırıldı. İlk tercüman olan Constantinus Africanus (1015-1087) Güney İtalya’daki Salerno Tıp Okulu’na hizmet etti ve hayvanlar üzerinde disseksiyonlar teşvik gördü. Nitekim Sicilya Kralı 2. Frederik’in (Friedrich II) 1224 tarihli fermanı ile “…disseksiyonla anatomi öğrenmeyen şahısların cerrahi müdahalelerde bulunmaları…” yasaklanmıştır. Salerno Okulundan yetişen Thaddeus Florentinus (1223-1303) [Dante’nin yakın arkadaşıdır] Bologna’da Mondino de Luzzi (1270-1326) isimli, Hıristiyan dünyasının ilk cesur kadavra disseksiyoncusunu yetiştirdi. Hür düşünceye ve deneye dayalı bilimsel yönteme izin veren Rönesans zihniyeti, gayrı resmi de olsa, ölüm mahkûmlarının ve sahipsiz cenazelerinin açılmasına imkân tanıdı. “Caro data vermibus” (= kurtçuklara verilen et) tabiri, Latincenin ilk hecelerle kısaltma kuralına göre, “cadaver” şeklini aldı. Mondino 1316’da “Anathomia” isimli disseksiyon kılavuzunu yazdı, fakat onun ölümünden sonra, ancak 1478’de basılabildi. Hıristiyan Avrupa’nın ilk üniversitesi olan Bologna Üniversitesinin (kuruluşu 1071) tıp fakültesi (kuruluşu 1123) 1325’ten itibaren düzenli disseksiyonlara başladı. Onu İtalya’da Padua (Venedik), Roma, Pisa (Floransa) ve Pavia (Milano) tıp fakülteleri ve Fransa’da Montpellier (kuruluş 1221) ve Paris (kuruluş 1280) tıp fakülteleri izlediler.
İspanya’da Arapçadan Latinceye tercümeler daha geç, 1130’dan sonra başladı ve Toledo Tercüme Okulunda Gérard de Crémona (1114-1187) İbni Sina, Razi ve Zehravi’nin eserlerini Batı dünyasına tanıttı. Fakat İspanya’da hüküm süren katı Katolik anlayışı tıp ve anatomi alanında devrimsel gelişmelere izin vermedi.
İnsan anatomisindeki büyük ilerlemeler, 1405 yılında, bizzat Papa’nın kadavra disseksiyonlarına şartlı izin vermesinden sonra hızlandı ve diğer Avrupa ülkelerine örnek oldu. Herophilos’un Mısır’da gerçekleştirdiği geniş çaplı ceset açımlarından 1700 yıl sonra, Hıristiyanlık âleminde anatomik araştırmalar yaygın, yayınlanabilen ve tartışılabilen akademik ortamlarda yenilendi. Anatomistlerin en yakın destekçileri sanatçılar oldu – ressamlar ve heykeltıraşlar görüntüleri belgelediler, bazen birlikte disseksiyonlara katıldılar. Rönesans’ın bilimsel düşünceye katkısına kanıt olarak daima insanın içyapısına duyulan bilgilenme arzusu ile araştırmalara sağladığı hoşgörü gösterilmiştir.
Bologna’dan sonra anatomik araştırmaların merkezi Padua (bugün Padova) Tıp Fakültesi (kuruluşu 1228) oldu. Buradaki disseksiyon imkânlarından yararlanan Brüksel doğumlu Andreas Vesalius (1514-1564), 1543 yılında 7 ciltlik bol resimli “De Humani Corporis Fabrica” kitabını Basel’de bastırdı. İllüstrasyonlar Venedikli ünlü ressam Tiziano’nun en yetenekli öğrencisi Jan Stephan Calcar (1510-1546) tarafından, kaliteli ve etkileyici tablolar şeklinde gerçekleştirildi. Bu atlas-kitap “Modern Anatomi”nin doğuşunu müjdeledi, onu akademik seviyeye yüceltti ve tıp öğreniminin temel taşı yaptı. İtalya’daki ressam-anatomist işbirliği bilim dünyasına kaliteli illüstrasyonları olan anatomi kitapları kazandırdı. Matbaanın keşfi de bunların çoğaltılmasını ve tüm Avrupa’ya yayılmasını sağladı.
Rönesans’ın dahi sanatçısı Leonardo da Vinci (1452-1519), ikinci Milano yıllarında, Pavia’lı anatomist Marcantonio della Tore ile 1510-1511 yıllarında disseksiyonlara katıldı ve muhteşem çizimler yaptı. Fakat della Tore’nin 1511’de vebadan ölmesi bu kitabın yayınlanmasını önledi. Söz konusu çizimler (“Anatomi Notları” ve “Vitruvian Man”) tesadüf eseri, 300 yıl sonra gün ışığına çıkartıldı ve dünyaya duyuruldu. Kalbin sağ karıncığındaki “crista supraventricularis” öyle güzel çizilmişti ki, halen bazı kitaplarda “Leonardo’s cord” diye geçmektedir.
Michelangelo Buonarroti (1475-1564) hayatının son otuz yılını Roma’da geçirdi. Padua’lı Vesalius’un öğrencisi ve halefi olan Mateo Realdo Colombo (1516-1559) da Roma’ya gelmişti. Michelangelo’nun hem dostu, hem de doktoru olmuştu. Michelangelo’nun illüstre ettiği “De Re Anatomica” kitabı, 1559’da Colombo’nun ölümünden sonra yayınlandı ve İtalya’da basılan ikinci önemli yapıt oldu. Colombo’nun hayatı 1998’de yayınlanan ve “best seller” olan Federico Andahazi’nin “Anatomist” romanına konu olmuştur.
Pisa Tıp Okulunda anatomi profesörü Vidis Vidius [Guido Guidi] (1508-1569) ise sanatçı Benvenuto Cellini (1500-1571) ile çalıştı ve 1611 yılında “De anatome corporis humani” kitabını Venedik’te bastırdı.
Flaman resim sanatının büyük ustası Harmenszoon van Rijn Rembrandt (1600-1669) Amsterdam’da anatomist Nikolaas Tulpius (1593-1674) ile dost olmuştu ve onun disseksiyonlarını ziyaret ediyordu. Bu büyülü atmosferden etkilendi ve “Anatomi Dersi” (1632) tablosunu yarattı. Renklerin ve ışık gölge oyununun emsalsiz örneği sayılan bu kompozisyon, anatomiden ilham almış bir sanatsal başyapıttır.
Flaman Rönesans’ında anatomist-ressam işbirliğinin en verimli örneğini Bernard Siegfried Albinus (1697-1770) ile ressam Jan Vandelaar (1690-1759) oluşturdu. 1747 yılında Leiden’de Latince olarak “Tabulae sceleti et musculorum corporis humani” atlas-kitap şeklinde bastırıldı ve 200 yıl önceki Vesalius’un ünlü eserinden üstün ve kusursuz bulundu. “Kuzeyin Vesalius’u” diye bilinen Albinus’un bu yapıtı 1769’da İngilizce, 1783’te Hollanda dilinde de basıldı, çünkü tıp eğitimi artık ulusal dillere geçiyordu.
Padua Anatomi ekolü, Avrupa’daki öncü rolünü Vesalius’un ayrılmasından sonra da sürdürdü. Öğrencisi ve ardılı Gabriele Fallopia (1523-1562) kendi adını taşıyan keşiflerini “Observationes anatomicae” kitabında yayınladı (1561). Padua’da uzun süre (51 yıl) kürsü başkanlığını yürüten Girolamo Fabricius = Hieronymus (1537-1619) çok sayıda yerli ve yabancı anatomist yetiştirdi ve anatominin yan dallarının gelişmesine katkıda bulundu – onun “De formatu foetu” (1600) kitabı bilimsel embriyoloji’nin ilk yapıtı sayılır. Padua’da yetişen Alman asıllı Adrian Spigelius (1578-1625) anatomik terminolojinin temellerini attı; İngiliz asıllı William Harvey (1578-1657) ise, Londra’ya döndükten sonra, “Exercitatio anatomica de motu cordis et sanguinis” (1628) çalışmasıyla küçük dolaşımı kanıtladı ve fizyoloji’nin kurucusu oldu.
Roma’da, Papa’nın özel hekimi olarak çalışmakta olan Bartolomeo Eustachio (1520-1574) ve Archangelo Piccolomini (1526-1605) ayrı bir anatomi ekolü oluşturdular. Bologna’da Giulio Cesare Arantius (1530-1589) ve Kostanzo Varolio (1543-1575) bu üniversitenin anatomi geleneğini sürdürdüler. Fakat Bologna ekolünün ününe ün katan Marcello Malpighi (1628-1694) oldu. Mikroskop kullanarak kapillerleri, akciğer alveollerini, böbrek glomerüllerini tanımladı ve Mikroskopik Anatominin (histoloji’nin) kurucusu oldu. Pavia anatomisinin başına geçen Gasparo Asellio (1581-1626) da 1622’de yayınladığı “De lactibus” eseriyle lenfatik sistemi gündeme getirdi. İlk defa bu kitapta renkli anatomik çizimlere yer verildi.
Fransa, İtalya’dan sonra kadavra disseksiyonlarını ilk benimseyen ülke oldu. Montpellier tıp okulu, İspanya’daki Arapçadan Latinceye tercümeleri de kullanarak, öncülük yaptı ve Cerrahi Anatomi’nin temellerini attı. Özellikle Zehravi’nin “Kitab-ül Cerrahiye”si değerlendirildi ve Guy de Chauliac (1300-1368) ünlü “Chirurgia magna” (1363) kitabı ile “Magister Orientis et Occidentis” (Doğu’nun ve Batı’nın Üstadı) unvanını hak etti. Paris’te ise Jacobus Sylvius’un (1478-1555) başlattığı anatomi araştırmalarını Leonardo Bottalo (1530-1587) ve Jean Riolan (1580-1657) sürdürdüler.
Zamanla kadavra disseksiyonları Kuzey Avrupa ülkelerine de yayıldı ve tıp fakültelerinin temel dersi haline geldi. “Kuzey Rönesans”ın temsil edildiği Flandria Tıp Okulunda, Brüksel’de Jan Baptist Helmont (1580-1644), Amsterdam’da Nicolaas Tulpius (1593-1674), Franciscus Sylvius de la Boë (1614-1672), Leiden’de Bernard Zigfried Albinus (1697-1770), Danimarka’da Nicolaus Steno (1638-1686) faaliyet gösterdiler.
İsviçre’de Caspar Bauchin (1560-1624), Almanya’da Adam Christian Thebesius (1686-1732), Avusturya’da Johann Lorenz Gasser (1723-1765), Rusya’da Kaspar Friedrich Wolff (1733-1794), İngiltere’de Astley Paston Cooper (1768-1841) ve Thomas Alcock (1784-1833), İskoçya’da Alexander Monro (1773-1859), İrlanda’da Abraham Colles (1773-1843), Prusya’da Karl Friedrich Burdach (1776-1847) ve Martin Heinrich Rathke (1793-1860), İsveç’te Andreas Retzius (1796-1860) gibi isimler kendi ulusal anatomi ekollerini başlattılar. Almanya’da ve Felemenk ülkelerinde kadavra disseksiyonları o kadar popüler oldu ki, özel inşa edilmiş amfitiyatral salonlarda (Theatrum Anatomicum) halka açık demonstrasyonlar bile yapıldı.
İnsan vücudunun içyapısı hakkındaki bu baş döndürücü bilgilenme Avrupa’da yaşanırken, İslam tababeti acayip yasaklarla statik hale getirilmiş ve İbni Sina Teşrihi seviyesinde dondurulmuştu. İbni Sina’nın anatomi bilgileri de Calinus’a aitti. İnsan tasviri dahi yapılamaz iken, bedenin içyapısı için kadavra disseksiyonları düşünülemezdi.
Büyük Selçuklular döneminde (1038-1194) muazzam hastaneler ve tıp medreseleri inşa edildi, teşhis ve tedavide Bağdat ve Cundişapur (İran’da Hindistan bağlantılı) tıp merkezleri gelişti. Bunları Şam ve Kahire’deki hastaneler ve medreseler takip etti. Fakat anatomi bilgisi tamamen skolastik ve kitabî kaldı, ne uygulamalı eğitim, ne de araştırma yapılabildi. Fakat İslam tıbbının, dünya çapında anatomi bilimine en değerli katkısı, Şam ve Kahire’de hekimlik yapmış olan İbn-ün Nefis’in (1210-1288) “Şerhi Teşrihi Kanun” eserindeki küçük dolaşımı nazarî olarak tahmin etmesidir. Batı’dan 400 yıl önce öne sürülen bu fikir, zamanında anlaşılamadı ve yıllar sonra tıp tarihçileri tarafından değerlendirildi.
İslam dünyasının ilk resimli (şematik çizimler) teşrih kitabı, Emir Timur’un isteğiyle, Mansur bin Muhammed bin Ahmed tarafından 1399 yılında yazıldı: “Kitabu Teşrih-i Ebdan min el Tıbb”. Bu kitap “Teşrih-i Mansurî” olarak ünlendi ve İslamî tıp medreselerinde okutuldu. Davud bin Ömer el-Antakî (öl. 1599), çok yönlü bir âlim ve hekim olarak “Nüzhet fit Teşrih” kitabında zamanın anatomi bilgilerini özetledi.
Anadolu Selçukluları döneminde (1075-1308) gerek sultanlar, gerek eşleri ve kızları adına büyük şehirlere darüşşifalar yapıldı, bunlara zengin vakıflar bağışlandı: Konya (1113, 1221, 1254), Mardin (1122), Kayseri (1206), Sivas (1217), Divriği (1228), Çankırı (1235), Kastamonu (1272), Tokat (1277). Bunların vakfiyelerinde “şakird-i tabib” adı altında “usta-çırak” yöntemiyle yetiştirilen hekimlere de yer verilmişti. Kayseri (1206) ve Sivas (1217) vakfiyelerinde, müderris ve şakirtlerden bahsediliyor ve bunlar bir tıp fakültesi hüviyetinde sayılıyordu. Bazı eski eserler kütüphanelerimizde Selçuklu yıllarına ait teşrih risaleleri bulunmuştur: Kırşehirli Âhi Evren = Şeyh Nasirüddin Mahmud (1175-1261) – “İlmü’t teşrih”; Amasyalı Hekim Bereket – “Tuhfe-i Mübarizi” (Türkçe yazılmış en eski tıbbi eser, 1312-1319); Şeyh Cemaleddin Aksarayî (öl. 1388) – “Mucez-ül-Kanun”; Şeyh Abdullah Gürzanî – “Risale-i teşrih-ül-insan” (tercüme).
Anadolu’da İlhanlı egemenliği yıllarında (1256-1335) bir ara dönem yaşandı. 1304-1316 arası hüküm süren Olcaytu Han’ın eşi İlduz Hatun adına Amasya’da zarif bir şifahane inşa edildi (1308). Sonradan burada baştabiplik yapan Şerefeddin Sabuncuoğlu (1385-1468) muhteşem resimlerle süslenmiş “Kitab-ül Cerrahiyye-i İlhaniyye” (1465) eserini meydana getirdi ve Osmanlı hekimlerinin de başucu eseri sayıldı.
Anadolu’daki Beylikler döneminde de hazık hekimler tıbbi elyazmalarında teşrih bilgisine yer verdiler, hatta Türkçe yazmaya başladılar: Geredeli Murat bin İshak – “Havvas-ül-edviye” (1387) Osmanlı sultanı 1. Murat’a sunulan Türkçe yazılmış ilk eser; Kütahyalı Şair Ahmedî (= Taceddin İbrahim bin Hızır) (öl. 1413) – Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid’e sunulan “Tervih-ül-ervah”; Konyalı hekim Hacı Paşa (= Cellaleddin Hızır) (öl. 1417) – “Şifa-ül-eskam ve deva-ül-alâmi”; Kütahyalı şair ve hekim Sinan Şeyhî (= Yusuf Sinanüddin) (öl. 1431) ilk Osmanlı “reis-ül-etıbba”sı ve Bursa Dar-üt Tıbb’ında müderris; Sinoplu hekim Mümin bin Mukbil (öl. 1437) – göz anatomisinin anlatıldığı “Kitab-ı Tıbb”. Bunlar Osmanlı tababetine geçişi ve Türkçeleştirmeyi sağladılar.
Osmanlı dönemi çok uzun sürmüştür (1299-1923). Osmanlı sultanları Anadolu’da daha önceki İslam hükümdarlarının kurmuş oldukları sağlık tesislerini korudular, onardılar ve vakfiyelerini kabullendiler. Kendileri ise Batı Anadolu’da ve Rumeli topraklarında yeni darüşşifalar ve tıp medreseleri kurdular: Bursa’da Yıldırım Bayezid’in “Dâr-üt-tıbb” adlı ve 12 Mayıs 1400 tarihinde açılan tesisi ilk Osmanlı hekim yetiştirme kurumudur. İstanbul’un fethinden sonra, 1470 tarihli Fatih Darüşşifası imparatorluğa yakışan büyük çaplı tesis idi: 70 hücreli, 80 kubbeli ve 200 hademeli (maalesef depremlerden zarar görmüş ve 1824’te yıktırılmıştır). Sultan 2. Bayezid kendi hayır kurumunu 1488’de Edirne’de yaptırdı. 18 öğrencinin meccanen eğitim gördüğü Medrese-i Etıbba ile uygulama Darüşşifasının, Türk hastane mimarisinde başka bir benzeri bulunmamaktadır. Tüm görkemiyle hâlâ ayakta olan külliye, “Tıp Eğitimi Müzesi” olarak restore edilmiş ve Avrupa’da şaşkınlık ve hayranlık uyandırmıştır.
Muhteşem Kanunî döneminde, önce annesi Ayşe Hafsa Sultan adına Manisa’da 1539’da, şakird tabiplere de eğitim veren Darüşşifa kurulmuştur. Burası da Tıp Tarihi Müzesi olarak ziyaretçilere açılmıştır (1213). Bilahare Mimar Sinan eserleri olarak, İstanbul’da eşi Hürrem Sultan adına Haseki Darüşşifası (1551) ve kendisi adına Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi (1557) muazzam bir külliye içerisinde yer almıştır. Süleymaniye Darüşşifası, gerek mimari, gerekse tıp bakımından imparatorluğun zirvesi kabul edilir. En kaliteli hekimler yetiştiren referans hastanesi olmuştur.
Sultan 3. Murad’ın annesi Nurbanu Sultan, 1583’te İstanbul’un Anadolu yakasına, Toptaşı semtine, Atik Valide Sultan Darüşşifasını bir külliye çerçevesinde yaptırmıştır. Son Osmanlı sağlık kurumu ise 1621’de tamamlanan Sultan 1. Ahmet Darüşşifası olmuştur. Constantinopolis’in Büyük Saray’ının ve kısmen Hipodrom kalıntılarının üzerine inşa edilen külliyenin en parlak eseri Sultanahmet Camii’dir. Darüşşifa’dan bazı kalıntılar ise bugün Sultanahmet Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi içerisinde görülebilir.
Bugünkü Türkiye topraklarında, Selçukluların hâkim olduğu yıllarda, İslam tababeti hâlâ Batı’dan üstün idi ve halka sunulan sağlık hizmetleri daha kaliteliydi. Fakat Osmanlıların hâkim olduğu yıllarda (1300 sonrası) Batı’da disseksiyonlar başladı, bilimsel kanıta bağlı tıp ve anatomi bilgisi hızlı gelişme gösterdi, üniversiteler yaygınlaştı. Osmanlı İmparatorluğu bu süreçte geri kaldı, yeniliklere ayak uyduramadı. Buna rağmen, teşrih bilgisinin öneminden bahseden aklıselim hekimler yok değildi: İstanbul’un fethinden sonra, 1463 yılında buraya yerleşen Kastamonulu hekim Ahi Çelebi (1435-1523) İbn-ün Nefis’in “Şerhi Teşrihi Kanun”unu Türkçeye çevirdi ve Fatih Darüşşifasında okuttu. Sultan 4. Murat’ın hekimbaşısı Emir Çelebi (öl. 1638) ise 1624 yılında tamamladığı “Enmuzec-üt-Tıb” adlı eserinde, savaş alanında ele geçen Hıristiyan ölülere disseksiyon yapılarak anatomi öğrenilmesini savundu ve hayvan disseksiyonlarından yararlanılmasını tavsiye etti. Aynı yıllarda, Şirvanlı hekim Şemseddin İtaki (1572-1632) yaklaşık 1632’de Türkçe yazılmış ilk resimli Anatomi kitabını ortaya koydu (“Teşrih-ül-ebdan ve tercemanı kıbalei feylesofan”) ve ilk defa Türkçe anatomik terimler kullandı. Bugün kütüphanelerimizde 7 elyazması nüshası bulunan bu eserin 1996 yılında Esin Kahya tarafından güncelleştirilmiş tıpkı baskısı yapılmıştır.
Osmanlı döneminin ansiklopedist bilginleri de anatomi bilmenin önemini vurgulamışlardır: Kâtip Çelebi (1609-1657) 1648 tarihli “Cihannüma”sında “…astronomi ve anatomi bilmeyenin Tanrı anlayışı kısırdır…” diyebilmiş; Erzurumlu İbrahim Hakkı” (1703-1780) da ünlü “Marifetnâme”sinde insan bedeninin yapısını “âlem-i sagir” (küçük evren) şeklinde anlatmıştır.
XVIII. yüzyıl Osmanlı tıp tarihinde “aydınlanma” dönemidir. Matbaanın kullanılması, Avrupa’ya büyükelçiler gönderilmesi, Osmanlı tebaası gayrimüslimlerden sonra bazı Müslüman asıllı hekimlerin de Avrupa’da eğitim görmesi sultanların ilgisini çekmiştir. Hekimbaşı Tokatlı Mustafa Efendi (öl. 1782) İbni Sina’nın Kanunu’nu Türkçeye çevirmiş, diğer bir hekimbaşı Suphizâde Abdülaziz Efendi (1735-1783), Latince bilen Viyana mezunu olarak “Kıtaât-ı Nekâve” eserinde Boerhaave’nin 1709 tarihli aforizmalarını tanıtmıştır. Hanifzâde İbrahim Nihali’nin (öl. 1801) yazdığı resimsiz teşrih kitabında ise küçük dolaşım etraflıca anlatılmıştır.
XIX. yüzyıl başında, reformcu Sultan 3. Selim’in onayı ile 1805’te Kuruçeşme’de Dimitraşko Morozbey-zâde, gayrimüslimler için açmış olduğu Yüksek Okula Tıp şubesi de ilâve etmiş. Fakat iki yıl sonra, 1807’de Kabakçı Mustafa ayaklanmasıyla, bu eğitim kurumları kapatılmıştır. Bir sonraki dönemde, Süleymaniye Tıp medresesinden mezun Şanizâde Mehmet Ataullah (1771-1826) olağanüstü değerli bir anatomi kitabını 1820 yılında matbaada bastırmıştır: “Mirat-ül-Ebdan fi Teşrih-i Aza-ül-İnsan”. Avusturyalı Baron von Stoerck’un 1771 tarihli kitabının İtalyanca tercümesinden Türkçeye nakledilmiş olmasına rağmen, 267 sayfa metin ve 56 resim içermektedir. Batı kaynaklarından alınmış siyah-beyaz gravürlerin İstanbul’da baskılarının yapılabilmesi bile o zamanın teknolojisi için büyük bir başarıdır.
Medrese tıbbının yetersizliği artık bizzat hekimbaşılar Mustafa Behçet Efendi (1774-1834) ve kardeşi Abdülhak Molla (1786-1854) tarafından kabul ediliyor ve Batı tarzı Tıp Okulu kurulması için girişimler başlıyor. Giyimde kuşamda Batılılaşmanın öncüsü olan Sultan 2. Mahmut, nihayet 14 Mart 1827’de ilk tıp okulumuzu da açıyor: Tıbhane-i ve Cerrahhane-i Âmire. Bu okulun hocaları arasında Osman Saib Efendi’yi (öl. 1863), ilk resmi kayıtlı anatomi hocası olarak görüyoruz. Yardımcılığını da Avrupa’da eğitim görmüş olan Dr. Konstantin Karatodori (1802-1879) yapıyor. Disseksiyonun yapılmadığı bu okulda anatomi dersleri Fransa’dan getirtilen planşlar üzerinde anlatılıyor.
Fakat Tıbhane-i ve Cerrahhane-i Âmire beklenen düzeyde kaliteli eğitim vermeyince, 1838’de birleştirilerek Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane adını alıyor ve 1839’da Galata Sarayındaki yenilenmiş binasına taşınıyor. Avrupa’dan muallim-i evvel (dekan) olarak getirilen Dr. Charles Ambroise Bernard (1808-1844) ise anatomi derslerini vermek üzere sınavla Viyana’dan Dr. Sigmund Spitzer’i (1813-1895) alıyor. İkisinin ısrarı ve Abdullah Molla’nın teklifi üzerine 1841 yılında Sultan Abdülmecid’in fermanı yayınlanıyor ve Batı’dan 440 sene sonra eğitim amaçlı disseksiyonlara (esirlerin ve kölelerin cesetleri üzerine) müsaade ediliyor. Ülkemizde ilk profesyonel disseksiyonist ve anatomist olan Dr. Spitzer, genç yaşta vefat eden Dr. Bernard’ın yerine muallim-i evvel ve Sultan Abdülmecid’in özel hekimi olunca, anatomi derslerine değişik gayrimüslim doktorlar giriyor: Rum asıllı Dr. Paleolog Efendi, Ermeni asıllı Dr. Davut Efendi, Avusturya Hastanesi baştabibi Dr. Joseph Warthbichler. Mekteb-i Tıbbiye aslında sultanın ordusuna askeri hekim yetiştirmek için kurulmuştur ve eğitim dili 30 yıl Fransızca kalmıştır.
1852 yılında Avrupa’da tıp tahsil ederek İstanbul’a gelen Rum asıllı Dr. Kalyas (Callias) Efendi asaleten anatomi muallimliğine atanmış ve 23 yıl bu görevde kalmıştır. 1875’te hocalığı bırakarak 1885’te vefat etmiştir. 1859’da hekimbaşı Hayrullah Efendi (1818-1866) (şair Abdülhak Hamid’in babası) 600 sayfalık bir “Lügat-ı Tıbbiye” hazırlamış ve yeni kavramları Türkçe olarak açıklamıştır. 1871 yılında Dr. Hâfız Mehmet ise Fransızcadan Bayle’in anatomi kitabını “Talim-üt-Teşrih” adı altında tercüme etmiş ve resimsiz yayınlamıştır.
Kalyas Efendi’nin yardımcılığını, 1865 Tıbbiye mezunu Edirneli Rum asıllı Yakovaki Aristidi (1835-1900, sonradan cerrah Aristidi Paşa) ile 1868 Tıbbiye mezunu Kızanlıklı Bulgar asıllı Hristo Stambolski (1843-1932) yapmışlardır. Hristo Stambolski aynı zamanda yeni açılan Mülkiye Tıbbiye Mektebinde Türkçe olarak anatomi anlatmaya başlamıştır (4 Mart 1868). 1874 yılında ise “Miftah-ı Teşrih” adında anatomi kitabı bastırmıştır. Fransızca Prof. Mosse’tan tercüme olmasına rağmen renkli resimler ihtiva eden bu kitabın sonuna 93 sayfalık “Lügat-ı Teşrih” de eklenmiş ve Türkçe karşılıklar verilmiştir.
1839-1875 arası (36 yıl) Osmanlı anatomisi ya yurtdışından gelen yabancı uyruklu hekimlerin, ya da Osmanlı tebaası gayrimüslim hekimlerin sorumluluğunda kalmıştır. Nihayet 1871 yılında, hükümet adına öğretim üyesi yetiştirilmek üzere yeni mezun hekimlerden bir grup Paris Tıp Fakültesine gönderilmiştir. Burada anatomi ihtisası yapan İstanbul-Üsküdarlı Dr. Hasan Mazhar Bey 1874 sonunda yurda dönmüş ve 1875 yılında Teşrih ve Ensaç (Histoloji) muallim muavini (doçent) olarak tayin edilmiştir. Osmanlı anatomi eğitiminde Müslüman hocaların devri başlamıştır (yani disseksiyonların günah sayılmadığı tescil edilmiştir).
Mazhar Paşa dönemi 34 yıl fiili (1875-1909) ve 7 yıl fahri (1909-1916) toplam 41 yıl sürmüştür. Sayısız hekim yetiştiren ve ardından zengin anatomi külliyatı bırakan müderris Hasan Mazhar Paşa (1845-1920) sonradan gelen tüm Türk anatomistlerinin atası sayılır. 1880 yılında ilk anatomi kitabı “İlmi Teşrihi Tavsifi” (iki cilt, resimsiz, Fransızca A. Jamain’den tercüme) basılmıştır (ikinci baskısı 1890, üçüncü baskısı 1894). Mazhar Paşa ülkemizde ilk defa “İlmi Teşrihi Topografi” (1908) yayınlamıştır.
Mazhar Paşa’nın Paris’te eğitim görmesi ve takip eden öğrencilerinin (Nurettin Ali Berkol ve Zeki Zeren’in) de Paris’e gönderilmesiyle, İstanbul Tıp Fakültesi merkezli Türk anatomisi 100 yıl kadar Fransız Ekolüne tabi olmuştur [oysa o yıllarda dünyada Alman anatomi ekolü ve Anglosakson anatomi ekolleri de saygı görüyorlardı]. Alman anatomi ekolünün etkisi 1898’de Gülhane Asker Hastanesiyle başlamış ve 1946’da Ankara Tıp Fakültesinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Anglosakson anatomi ekolü ise 2. Dünya Savaşından sonra baskın olarak Türkiye’ye girmiş, Ankara’da Hacettepe ve Erzurum’da Atatürk Üniversiteleri başta olmak üzere, yeni kurulan tıp fakültelerinin anatomi birimlerine hâkim olmuştur.
Mazhar Paşa’nın emekli olmasından sonra, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarında, 1909-1916 arasında, anatomi müderrisliğini Lübnan doğumlu Maruni Hıristiyan olan Yusuf Râmi Bey (1856-1916) yürütmüştür. 1917’den sonra bu göreve İstanbul doğumlu Nurettin Ali Berkol (1881-1955) getirilmiş ve Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş yıllarında, 34 yıl Türk anatomisinin temel direği olmuştur. Ancak, 1903 yılında, Osmanlı İmparatorluğunun ikinci bir Tıp Fakültesi Şam’da açılmıştı. Buradaki anatomi derslerini, 1918’e kadar, İsmail Hakkı Bey üstlenmiş ve Fransızcadan Leo Testut’nün “Traité d’anatomie descriptive” kitabını Türkçe’ye çevirmiş ve 4 cilt halinde Şam’da bastırmıştı. Birinci Cihan Harbinde bu Tıbbiyenin kapanmasından sonra, 1918’de İstanbul’a gelen İsmail Hakkı Bey müderris muavini olarak çalışmış ve görevi başında iken, disseksiyon salonunda, teşrih gömleği üzerindeyken, aniden vefat etmiştir (1926). Mazhar Paşa döneminde Rasim Mehmet Paşa (1877-1909 arası), İsmail Besim Paşa (1885 sonrası), Yusuf Râmi Bey (1881-1916 arası), Hikmet Emin Bey (1892-1916 arası) ve 1899’dan sonra Mehmet Mahir (Tokay) ile 1904 sonrası Nurettin Ali (Berkol) anatomi derslerine girmişlerdir.
1902 yılı Askeri Tıbbiye mezunu olan Nurettin Ali Berkol, 1903’te anatomi asistanlığına başlamış, 1904’te muallim muavini (doçent) olmuş ve 1907’de anatomi bilgisini arttırmak üzere Paris’e, Prof. Nicolas’ın yanına gönderilmiştir. Burada kadavraların formol fiksasyonunu öğrenmiş (boyun kara damarından) ve 1908’de yurda dönünce teşrih laboratuvar şefliğini üstlenerek memleketimizde ilk defa uygulamaya başlamıştır. Haydarpaşa’da açılan Tıbbiye’nin yeni binasındaki müstakil Teşrihhane bölümünün tefrişini bizzat yönetmiş ve 1917’den sonra bu dersin tüm sorumluluğunu üstlenmiştir. Kurtuluş Savaşını ve takip eden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında, kaynak ve eleman yetersizliğine rağmen, öğretim sürecini aksatmamıştır. Saygınlığı ve bilimsel ağırlığı yüksek vatan evlâdı olarak idari görevler de yapmıştır: 1924’te Tıp Fakültesi Reisi (Dekan), 1925’te Darülfünun Emini (Rektör), 1927’de milletvekili, 1928’de Büyük Millet Meclisi Reis Vekili, 1931’de Güzel Sanatlar Akademisi teşrih muallimi, 1934’te Ordinaryüs Profesör. 1933 Üniversite Reformunda aktif görevler almış, 1934-1939 arası tekrar Tıp Fakültesi Dekanlığı yapmıştır. Tıp Fakültesinin Beyazıt’a taşınması ve “Anatomi Enstitüsü” binasına yerleşmesi için büyük emekler sarf etmiştir. Yanında çalışkan bir ekip oluşturmuş [Köse Tevfik Bey (1870-1923), İsmail Hakkı Bey (1876-1926), Mehmet Mahir Tokay (1881-1940), Hamza Vahit Göğen (1895-1981), Zeki Zeren (1900-1973), Mehmet Ali Oya (1906-?), Fazıl Noyan (1912-1987)]. Öğrencilerin istifadesi için birlikte kitaplar yayınlamışlardır [“Muhtelif uzuv, cihaz ve iskeletin kısa anatomisi”, 1927-1932 arası, 7 cilt; 2. baskı: 1935-36 arası, 8 cilt; “Sistematik Anatomi”, 1939-1941, 3 cilt; “Artistik Anatomi”, 1940; “Disseksiyon Tekniği”, 1943]. Fransız işgal ordusu ile İstanbul’a gelen operatör Dr. M. Aimé Mouchet (1886-1941) memleketine dönmemiş ve Fransız Pasteur Hastanesinde başhekim olarak kalmıştır. İsmail Hakkı Bey’in vefatı üzerine, 1926’dan itibaren teşrih amelî şefliğine getirilmiş, 1939’a kadar bu görevine devam etmiştir [Geniş umumi kültürü ve Latince dilbilgisi sayesinde uluslararası Latince terimlerin anatomi kitaplarımızda doğru yazılmasına katkıda bulunmuştur].
Nurettin Ali Berkol’un 1951’de emekli olmasından sonra, İstanbul Anatomi Enstitüsü’nün direktörlüğüne Prof. Dr. Zeki Zeren getirilmiş ve üçüncü jenerasyon olarak [1875’te ilk jenerasyon Müderris Hasan Mazhar Paşa, ekibi ve külliyatı; 1917’de ikinci jenerasyon Ord. Prof. Nurettin Ali Berkol, ekibi ve külliyatı] 1973 yılına kadar sürmüş, kendi ekibini ve anatomi kitaplarını yayınlamıştır. En kıdemli yardımcısı Fazıl Noyan olmuş, 1960 ihtilalinden sonra milletvekili seçilen Zeki Zeren’in yerine 1961-1967 arası Enstitü Direktörlüğünü yürütmüştür. Söz konusu ekibin içinde Doç. Dr. Arsen Zarfçı (1914 doğumlu, Genel cerrah, 1979’da emekli olmuş), Ortopedi-Çocuk Cerrahisi ihtisası bulunan Doç. Dr. Yani Stamatiadis (1924 doğumlu, 1980’de emekli olmuş), Prof. Dr. Sami Zan (1921-1984), Prof. Dr. İlhan Bedii Eralp (1922-1985), Prof. Dr. Orhan Kuran (1922-1995, yeni kurulan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Anatomi Kürsüsünün 1967’de kurucusu olmuştur), Prof. Dr. Kamuran Birvar (1925-1996) bulunmuşlardır.
1923-1945 döneminde Türkiye Cumhuriyetinde tek bir anatomi merkezi bulunmaktaydı: İstanbul Dar-ül-fünunu’na bağlı Tıp Fakültesi. Önce, 1903’te Sultan 2. Abdülhamid’in Anadolu yakasında, Boğaza nazır Haydarpaşa’da, özellikle Tıbbiye olarak yaptırdığı muhteşem binasında yer alıyordu. Otuz yıl burada kaldıktan sonra, 1933 Üniversite Reformu (2252 sayılı kanun) sonrası İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi adını aldı ve Avrupa yakasına taşındı. Rektörlük bugünkü Beyazıt meydanında, eski Harbiye Nezareti binasına taşınmış, klinik eğitim beş değişik hastaneye dağıtılmıştı. Rektörlüğün bitişiğindeki Bekir Ağa Bölüğü kışlasına (Morfoloji Binası) anatomi, histoloji ve patoloji enstitüleri yerleşmişti. Anatomi ancak 1974’te buradan Çapa’daki Temel Bilimler Binasına geçebilmiştir. Üniversite Reformu ile Alman Yükseköğretim sisteminde geçerli örgütlenme modeli ve yeni unvanlar, 11 Ekim 1934 tarihinde kabul edilmiştir: “üniversite” (dar-ül-fünun), “fakülte” (1909’dan beri zaten kullanılıyordu), ilk defa “enstitü” (bugünkü anabilim dalı karşılığı, fakat daha özerk ve geniş kapsamlı), “enstitü direktörü” (anabilim dal başkanı), “anatomi” (teşrih), “anatomist” (teşrihçi/ müşerrih), “ordinaryüs profesör” (müderris), “profesör” (muallim), “doçent” (müderris muavini). Doçentlik unvanı “kolokyum” tabir edilen yeterlik sınavı ile veriliyordu.
Anatomistler istisnasız tıp mezunu idiler, fakat aynı zamanda, önceden veya sonradan klinik ihtisas da yapabiliyorlardı. Bu nedenle kolayca ayrılıp sağlık sistemine geçebiliyorlardı. Bilimsel dernekleri ve anatomi dergileri yoktu, fakat 1916’dan beri yayınlanmakta olan “İstanbul Tıp Fakültesi Mecmuası”nda makaleleri yer alabiliyordu. Osmanlı döneminden beri histoloji-embriyoloji’den ayrı gelişmişler, gross anatomi anlatıyorlar, hücre ve doku seviyesine inmiyorlardı, fakat Topografik Anatomi’ye ve disseksiyon tekniğine ayrı önem veriyorlardı. Derslerde “planş” tabir edilen büyük boyutlu resimler kullanıyorlardı, bu nedenle kadrolarında ressam da bulunuyordu. Kadavra sıkıntısı çekmiyorlardı ve her öğrenciye kadavra disseksiyonu yaptırabiliyorlardı. Boyun damarlarından formol fiksasyonunu tercih ediyorlar ve “küv” denen havuzlarda muhafaza ediyorlardı. Sınavlar daima sözlü yapılıyor, hoca ile öğrenci (veya bir grup öğrenci) karşı karşıya oturuyorlardı. Hocanın hükmü kesin olup, öğrencinin itiraz hakkı yoktu.
Cumhuriyet’in başkenti Ankara olmuştu, fakat ülkenin tek üniversitesi İstanbul’da kalmıştı. Ancak 1930-lu ve 1940-lı yıllarda İstanbul Üniversitesi dünya çapında isim yapmış saygın bir yükseköğretim kurumu idi. 1925’ten itibaren Ankara’da bazı yüksekokullar kurulmuş, Gülhane Asker Hastanesi de Ankara’ya taşınmıştı (1941). 1945’te sıra tıp fakültesine geldi ve 4761 sayılı kanunla İstanbul Üniversitesine bağlı Ankara Tıp Fakültesi kuruldu. İstanbul’dan bir kısım son sınıf öğrencileri staj yapmak üzere Ankara’ya gönderildiler (sonradan anatomi profesörü olacak Sami Zan da bunların arasındaydı).
Bir yıl sonra, 1946 yılında kabul edilen 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” ile tek devlet tek üniversite zihniyeti yıkıldı ve yeni üniversiteler kurulmasının önü açıldı. Bu kanun üniversitelere daha geniş özerklik de tanıdı. Aynı yıl Ankara Üniversitesi (1946) kurulunca, mevcut yüksekokullar ile tıp fakültesi de buraya bağlandı. Buradaki anatomi derslerinin sorumluluğunu ve enstitü direktörlüğünü 12 yıl (1945-1957 arası) Prof. Dr. Muhittin Dilemre (1890-1968) üstlenmiştir. En yakın çalışma arkadaşları Prof. Dr. İbrahim Veli Odar (1899-1975) ve Prof. Dr. Niyazi Bademli (1916-1965) olmuşlardır. Emekli olamadan, 49 yaşında vefat eden Niyazi Bademli, Hacettepe Tıp Fakültesinin ilk yıllarında burada da anatomi dersleri vermiştir. Muhittin Dilemre’nin 1957’de emekli olmasından sonra Enstitü Direktörlüğüne Prof. Dr. İbrahim Veli Odar getirilmiştir. Rusya doğumlu olan İbrahim Veli, bolşevik ihtilalinde Almanya’ya kaçabilmiş, burada tıp eğitimi görmüş ve cerrah olarak çalışmıştı. 1937’de Türkiye’ye gelmiş, 1946’da doçent olarak Ankara Tıp Fakültesi kadrosuna girmiştir. Alman Anatomi ekolünün temsilcisi olmuş, kendisinden sonra gelenler de (Kaplan Arıncı, Gürsel Ortuğ) Almanya’da bilgi görgü arttırmışlardır. 1950’den sonra İbrahim Veli Odar, ayrı sistemler şeklinde bastırdığı ders notlarını, sonradan tek cilt halinde “Anatomi Ders Kitabı” başlığında toplamıştır. 12 yıl hizmet ettikten sonra 1969’da emekli olmuş (1975’te vefat etmiş) ve kürsü başkanlığını Prof. Dr. Mehmet Tahir Kaplan Arıncı (1930-2001)’ya devretmiştir. Onun yanında ise Prof. Dr. Alaittin Elhan ve Prof. Dr. İbrahim Tekdemir yetişmişlerdir.
1955’te İzmir’de Türkiye’nin üçüncü tıp fakültesi kurulmuştur. Bu kez üniversitenin kuruluşu ile birlikte tıp fakültesi de kanunda yer almış, 1955-56 ders yılında eğitime başlanmıştır. İlk anatomi derslerini Ankara’dan gelip giden Prof. Dr. Muhittin Dilemre ve Doç. Dr. İsmail Ulutaş yürütmüşler, 1958’den itibaren kadrolu olan Doç. Dr. İsmail Ulutaş (1919-2001) emekli olacağı 1986 yılına kadar 28 yıl görevde kalmış ve ülkemizin üçüncü anatomi merkezinin kurucusu olmuştur. Ege Üniversitesinde Rektörlük de yapan İsmail Ulutaş, dolaşım sistemi ve endokrin organlar üzerine ders kitabı da yayınlamıştır. Ege anatomi merkezinde çok sayıda öğretim üyesi yetişmiştir (Prof. Dr. İsmet Köktürk, Prof. Dr. Erdoğan Cireli, Prof. Dr. Saim Falakalı, Prof. Dr. Yılmaz Şenyılmaz, Prof. Dr. Tomris Özgür, Prof. Dr. Lokman Öztürk).
1960 askeri müdahalesinden sonra, 7.7.1973’te yayınlanan 1750 sayılı “Üniversiteler Kanunu” daha liberal ortamda daha geniş özerklik sağlamıştır. Enstitü yerine “kürsü” deyimi, kürsü başkanı, profesörler kurulu, üniversitelerarası kurul kavramları getirilmiş, “ordinaryüs profesör” unvanı kaldırılmıştır. Doçentlikte kolokyum dışında yabancı dil ve deneme dersi getirilmiş, profesörlük için ikinci yabancı dil ve orijinal yapıt (profesörlük tezi) şartı konmuştur. Farklı yerleşim yerlerinde yeni fakülteler kurulması kolaylaşmıştır: yedi gönüllü kurucu profesör veya doçent, Senato kararı ve Eğitim Bakanının onayı ile 1960 – 1980 arası 15 yeni tıp fakültesi kurulmuştur: 1963’te Ankara’da Hacettepe, 1964’te Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1966’da Diyarbakır, 1967’de İstanbul Cerrahpaşa, 1968’de Kayseri, 1970’te Bursa ve Eskişehir, 1972’de Adana’da Çukurova, 1973’te Antalya, Sivas ve Samsun, 1974’te Edirne, 1976’da Trabzon, 1978’de İzmir, 1979’da Ankara Gazi tıp fakülteleri kurulmuştur. Söz konusu bu fakültelerin kuruluş kanunu çıkmasına rağmen, öğretim kadrolarını oluşturmaları, bina ve laboratuvar donatmaları, eğitim hastanesini faaliyete geçirmeleri bazen 8-10 yıl sürmüştür. Bu esnada onların öğrencileri, kurucu ve garantör olan “ana fakülte” tarafından eğitilmiştir.
Bu süreçte yeni kurulan anatomi merkezleri de güçlenip kendi kadrolarını oluşturdular ve yeni bağımsız ekoller ortaya çıktı. Öğretim elemanı sıkıntısı çekmeyen Ankara, İstanbul ve İzmir’de bu daha kolay oldu. Hacettepe anatomi ekolü, 1964’ten itibaren Prof. Dr. Doğan Taner (1930, Kıbrıs doğumlu) başkanlığında hızla gelişmiş, fonksiyonel ve nörolojik anatomiye ağırlık vermiştir. Burada ülkemizin değerli anatomistleri yetişmiştir (Prof. Dr. Sıddık Karatay, Prof. Dr. Bedia Sancak, Prof. Dr. Doğan Akşit, Prof. Dr. Meserret Cumhur, Prof. Dr. Ruhgün Başar, Prof. Dr. Engin Kural). Aynı şekilde İstanbul’da Cerrahpaşa anatomi ekolü, 1969’dan itibaren Prof. Dr. Orhan Kuran (1922-1995) başkanlığında, kadavra disseksiyonuna dayanan klasik yaklaşıma Klinik Anatomi nosyonunu eklemiştir. Burada yetişen anatomistler arasında Prof. Dr. Şevket Selvili, Prof. Dr. Metin Toprak, Prof. Dr. Feridun Vural, Prof. Dr. Atilla Müftüoğlu, Prof. Dr. Mehmet Yıldırım zikredilebilir. Yeni kurulan anatomi merkezleri ve kurucuları şunlardır: Adana’da Prof. Dr. Fahri Dere, Erzurum’da Prof. Dr. A. Yaşar Kuyucu, Diyarbakır’da Prof. Dr. K. Turgut Vardar, Bursa’da Prof. Dr. Türkan Erem ve Prof. Dr. Ahmet Çimen, Edirne’de Prof. Dr. Recep Mesut, Eskişehir’de Prof. Dr. Gürsel Ortuğ, Antalya’da Prof. Dr. Yaşar Uçar ve Prof. Dr. Olcay Özkan, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesinde Prof. Dr. Tarık Günbay, Samsun’da Prof. Dr. Kamil Ali Güngeç, Sivas’ta Prof. Dr. Mehmet Çimen, Kayseri’de Prof. Dr. Kenan Aycan, Ankara Gazi Üniversitesinde Prof. Dr. Hasan Basri Turgut. İstanbul Diş hekimliği Fakültesinde Prof. Dr. Cevdet Erimoğlu ve Ankara Diş hekimliği Fakültesinde Prof. Dr. Ufuk Şakul anatomi birimlerinin kurucuları olmuşlardır.
1923’te Osmanlıdan devralınan bir, 1945-1960 arası kurulan iki (Ankara ve İzmir) ile birlikte 1980’de toplam tıp fakültesi sayısı 18 olmuş, dolayısıyla 18 anatomi merkezine ihtiyaç duyulmuştur. Bunlara ilâveten İstanbul Üniversitesi 1964’te ve Ankara Üniversitesi 1973’te Diş Hekimliği Fakültelerine de müstakil anatomi birimleri açmışlardır. Anatomist ihtiyacı birden bire katlanınca, hekim kökenli olmayanlardan doktora yoluyla öğretim elemanı yetiştirme yoluna gidilmiştir. Tabi, uygulamalı anatomi öğretimi için kadavra temini de zorlaşmıştır.
Bu süreçte, yeni tıp fakültelerinin bulunduğu şehirlerde peyderpey bağımsız üniversiteler kurulmuş ve söz konusu fakülteler bu üniversitelere bağlanmıştır. 1980 askeri müdahalesinden sonra, 2547 sayılı “Yükseköğretim Kanunu” çıkarılmış, aşırı yetkilendirilmiş bir otorite (YÖK) tüm üniversiteleri tek merkezden yönetmeye başlamıştır. Fakültelere “bölüm”, “anabilim dalı”, “bilim dalı”, öğretim üyelerine de “yardımcı doçent” unvanı eklenmiş, idari, mali ve bilimsel özerklik budanmıştır.
1980-2000 arası devlet üniversitelerine 22 tıp fakültesi daha ilâve edilmiştir: Ankara’da GATA Tıp Fakültesi (1981), Konya’da Selçuk (1982), Elâzığ’da Fırat (1981), Malatya’da İnönü (1987), Gaziantep’te (1987) ve Denizli’de (1987), 1992’de Van’da Yüzüncü Yıl (1992), İzmit’te Kocaeli (1992), Mersin’de (1992), Manisa’da Celâl Bayar (1992), Aydın’da Adnan Menderes (1992), Zonguldak’ta Karaelmas (1992), Isparta’da Süleyman Demirel (1993), Şanlıurfa’da Harran (1995), Kırıkkale’de (1995), Tokat’ta Gaziosmanpaşa (1995), 1996’da Kahramanmaraş’ta Sütçü İmam (1996), Düzce’de (1996), Bolu’da İzzet Baysal (1997), Afyon’da Kocatepe (1998), Çanakkale’de Onsekiz Mart (2000) tıp fakülteleri kurulmuştur.
2000-2010 arası 17 tıp fakültesi daha eklenmiştir: 2001’de Antakya, Konya’da Selçuklu ve Meram, 2006’da Balıkesir, Tekirdağ’da Namık Kemal, Rize, Giresun, Erzincan, Adıyaman, Yozgat’ta Bozok, Çorum’da Hitit, 2007’de Kütahya’da Dumlupınar, Adapazarı’nda Sakarya, Kars’ta Kafkas, Muğla, Ankara’da Yıldırım Beyazıt, İstanbul’da Medeniyet, İzmir’de Kâtip Çelebi.
2010-2020 arası da Ağrı’da, Alanya’da, Amasya’da, Bandırma’da, Erzincan’da, Karabük’te, Karaman’da, Kastamonu’da, Kırklareli’nde, Kırşehir’de, Niğde’de, Ordu’da, Siirt’te, Uşak’ta, İzmir’in Menemen ve Karabağlar ilçelerinde olmak üzere 16 yeni devlet tıp fakültesi kurulmuştur. Ayrıca bazı büyük şehirlerde [İstanbul-Hamidiye, Ankara-Gülhane, İzmir, Adana, Bursa, Erzurum ve Trabzon’da] “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” adı altında 7 yeni tıp fakültesi de eklenmiştir. Dolayısıyla devlet üniversitelerine bağlı tıp fakültesi sayısı 80’i bulmuştur.
1994’te başlayan vakıf üniversitelerinin tıp fakültesi kurma furyası olağanüstü boyutlara ulaşmıştır. 1994’te Ankara’da Başkent, 1996’da İstanbul’da Yeditepe, 1997’de İstanbul’da Maltepe, İstanbul’da Kadir Has (2005’te kapatılmıştır), 1999’da Ankara’da Ufuk Üniversiteleri ile başlayan bu gelişme, 2000 yılından sonra hızlanarak devam etmiş ve günümüzde İstanbul’da 18, Ankara’da 8, İzmir’de 2, Konya’da 1 ve Gaziantep’te 1 olmak üzere 30 fakülteye ulaşmıştır. 2020 itibariyle ülkemizdeki toplam tıp fakültesi sayısı 110 olmuştur (80 devlet ve 30 vakıf).
Bütün bu fakültelere, bu kadar kısa sürede, öğretim üyesi (anatomist) yetiştirmek imkânsız olmuştur. Nicelik arttıkça nitelikten tavizler verilmiş, tıp fakültesi enflasyonu kuşkusuz eğitimin kalitesini düşürmüştür. Gerek uzmanlık, gerekse doçentlik sınavlarında uygulama (disseksiyon yeteneği) kaldırılmıştır. Türkiye yeni bir hekim yetiştirme modeli geliştirmiş – kadavrasız anatomi öğretimi. Daha doğrusu 1841 öncesine dönülmüştür. Kadavra eksikliğini / yokluğunu kapatmak için plastik modellerden ve görüntülü bilgisayar programlarından medet umulmaktadır.
1991 yılına kadar Türk anatomistleri bir dernek çatısı altında örgütlenememişler ve kendilerine ait bilimsel kongrelerde buluşamamışlardı. Ayrıca kendilerine ait bir bilimsel dergileri de yoktu. Türkiye’de ilk defa bir anatomi kongresi düzenleme insiyatifi Bursalı anatomistlerden gelmiştir. Fikir babası olan genç ve dinamik Prof. Dr. Ahmet Çimen, bilim dalı başkanı Prof. Dr. Türkan Erem’i ikna etmiş, asistan ve uzmanları da seferber edebilmişti. 27-30 Haziran 1991 günleri Bursa’da gerçekleştirilen ilk Anatomi Kongresi’ne coşkulu katılım sağlanmış, Dernek kurulması için 5-kişilik Kurucu Yönetim Kurulu seçilmiştir (Prof. Dr. Kaplan Arıncı, Prof. Dr. Türkan Erem, Prof. Dr. Ahmet Çimen, Prof. Dr. Doğan Akşit, Uz. Dr. İbrahim Tekdemir). Ankara Valiliğine resmen müracaat edilirken iki kurucu daha eklenmiştir: Prof. Dr. Alaittin Elhan ve Uz. Dr. Erdoğan Şendemir. Ankara Valiliğinin 28.10.1991 tarihli onayı ile “Anatomi Derneği” tescil edilerek hukuki statü kazanmıştır. 1.09.2004 tarihli tüzük değişikliği ile derneğin adı “Anatomi ve Klinik Anatomi Derneği” olmuştur. 1993 ilâ 2003 yılları arasında Ulusal Anatomi Kongreleri iki yılda bir yapılmış, 2004 yılından itibaren her yıl yapılmaya başlanmıştır. Düzenli yapılan kongreler dışında Dernek Yönetimi kurs, sempozyum ve mezuniyet sonrası eğitim toplantıları da düzenlemektedir. 1997’den itibaren ulusal kongreler uluslararası katılımlı olmuş, 2005 ve sonrasında ise uluslararası nitelikte toplantılara ev sahipliği yapılmaktadır. Derneğin resmi yayınları olarak İngilizce “Neuroanatomy” (2002) ve “Anatomy” (2007) dergileri basılmaktadır.
Anatomi öğretimi için temel ihtiyaç olan ders kitapları konusunda eksiklik yaşanmamıştır. Osmanlı döneminde İstanbul’da Mazhar Paşa külliyatı ve Şam’da İsmail Hakkı Bey’in tercüme eseri vardı. Cumhuriyet döneminde Nurettin Ali Berkol ve arkadaşlarının önce eski yazıyla, sonra yeni Türk alfabesiyle, 1933 sonrasında uluslararası Latince terimlerle, Sistematik ve Topografik Anatomi kitapları yenilenen baskılar yapmıştır. 1950 sonrası Ankara’da İ.V. Odar’ın, İstanbul’da Z. Zeren ve arkadaşlarının kitapları 1980’li yıllara kadar kullanılmıştır. Bu dönemde İzmir’de (İ. Ulutaş), Erzurum’da (Y. Kuyucu), Diyarbakır’da (T. Vardar) da anatomi ile ilgili eserler basılmıştır. Ayrıca diş hekimleri için (C. Erimoğlu), eczacılar için (F. Noyan), hemşireler için de anatomi kitapları yayınlanmıştır. Fazıl Noyan büyük emek vererek ilk yerli anatomi atlasını hazırlamış, fakat üç ciltlik bu eser ölümünden bir yıl önce 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayınları olarak basılabilmiştir.
1980 sonrası dönemde sürekli artan ihtiyacı karşılamak üzere anatomi ders kitaplarında sayısal artış, çeşitlilik ve ülke çapında yayılma göze çarpmaktadır. İstanbul’da (O. Kuran), Bursa’da (A. Çimen), Adana’da (F. Dere), Ankara’da K. Arıncı – A. Elhan’ın iki ciltlik ve Hacettepe ekibinin (editörler D. Taner, B. Sancak, M. Cumhur) üç ciltlik anatomi kitapları kayda değerdir. K. Arıncı’nın Sobotta Atlası çevirisinden sonra yurtdışı kaynaklı atlas, kitap ve resimli sözlüklerin kolektif çevirileri hızla yaygınlaşmıştır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi kadrosunda görevli Prof. Dr. Mehmet Yıldırım, Türkiye’nin en üretken anatomisti olarak tıp kitabevlerine anatomi danışmanı olmuş, farklı anabilim dallarında çalışmakta olan meslektaşlarını örgütleyebilmiş ve çok sayıda eseri Türkçeye kazandırmıştır. Telif eserleri (“İnsan Anatomisi”, “Topografik Anatomi”, “Temel Nöroanatomi”) de birçok baskı yapmıştır. Ayrıca 1993’ten beri, kendi çabalarıyla Türk anatomisinin ilk periyodik yayını olan “Morfoloji Dergisi”ni yayın hayatına kazandırmıştır.
Cumhuriyetimizin kuruluşunda (1923) tek merkezli olan anatomi bilimi ve öğretimi, yüzüncü yıldönümü arifesinde (2021) olağanüstü gelişme göstermiş ve 110 merkezli hale gelmiştir. Buna paralel olarak anatomist sayısında da büyük artışlar olmuş, düzenli kongreler yapan, resmi yayın organları olan bilimsel topluluk halini almıştır. Özellikle son yirmi yılda Türk Anatomisi sıçrama gerçekleştirmiş ve dünyaya açılmıştır.
KAYNAKLAR:
Berkol, NA: Teşrih Müderrisi Merhum İsmail Hakkı Bey, İst Tıp Fak Mecm, 7; 764 (1926); 2) Süheyl, A: Üç asırlık resimli bir teşrih kitabımız “Risalei Teşrihi Ebdan”, Şirvanlı Şemsettin (İtaki) 1622-1648, Tedavi Notları, 9(7): 189-192 (1934); 3) Nafiz, MF: Basma ilk Türk tıp kitabı ve Şanizade tabib Ata, Dirim, 11 (5), 144-6 ve 11 (6), 180-2, (1936); 4) Berkol, NA: Prof. Dr. A. Mouchet (1886-1941), İst Tıp Fak Mecm, 4; 2252-2256 (1941); 5) Dilemre, M: Türkiyede basılı ilk Anatomi kitabımız, Ank Üniv Tıp Fak Mecm, 1 (1), 69-71 (1946); 6) Zeren, Z: Ord. Prof. Dr. Nurettin Ali Berkol’un yetmişinci yıldönümü için, İst Tıp Fak Mecm, 15 (1): 3-6, (1952); 7) Uzluk, FN: Anatominin gelişmesi, İbn-in-Nefis’in küçük dolaşımı bulması, İst Tıp Fak Mecm, 15 (1): 350-64, (1952); 8) Şehsuvaroğlu, BN: Bizde Anatomi öğretimine dair, İst Tıp Fak Mecm, 15 (1): 365-412, (1952); 9) Uzluk, FN: Türkiyede Anatomi öğretiminin gelişmesi ve teşrihci Mazhar Paşa, Akın Matb, Ankara (1953); 10) Akıncı, S: İnsan cesetleri üzerinde çalışmaların tarihçesi, İst Tıp Fak Mecm, 22: 753-68, (1959); 11) Akıncı, S: Osmanlı İmparatorluğu tıbbında disseksiyon ve otopsi, İst Tıp Fak Mecm, 25: 97-115 (1962); 12) Şehsuvaroğlu, BN: Anatomi tarihçemiz ve Dr. Hristo Stambolski, İst Tıp Fak Mecm, 32: 760-7, (1969); 13) Maskar, Ü: İslam’da ve Osmanlı’da otopsi sorunu üzerinde bir etüd, İst Tıp Fak Mecm, 39: 286-301, (1976); 14) Kahya, E: Bizde disseksiyon ne zaman ve nasıl başladı? Belleten, 43: 739-55, (1979); 15) Sağlam, T: Nasıl okudum, İst Üniv Cerrahpaşa Tıp Fak Yay (özel seri 4), İstanbul Matb, İstanbul (1981); 16) Adıvar, A: Osmanlı Türklerinde İlim, 4. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul (1982); 17) Köker, AH: Anatomi eğitimi tarihi, Erciyes Üniv Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enst Yay No. 5; 13-19, Kayseri (1989); 18) Aycan K, Öztürk M, Öztürk N: Mirat’ül- Ebdan fi Teşrih-i Azau’l İnsan, Ercyes Üniv Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enst Yay 5: 29-42, Kayseri (1989); 19) Yıldırım, M: Profesör Doktor Veli Odar’ın Yaşam Öyküsü, Morf Derg, 2 (1): 33-36 (1994); 20) Yıldırım M, Toprak M: Hekim Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin yaşamından kesitler ve almamız gereken dersler, Morf Derg, 3 (1): 57-59 (1995); 21) Yıldırım, M: Teşrihçi Mazhar Paşa ve yurdumuzda Anatomi öğretimine katkıları, Morf Derg 3(2): 58-61 (1995); 22) Kahya, E: Şemseddin-i İtaki’nin Resimli Anatomi Kitabı, Atatürk Kültür Merkezi Yay No. 95, Ankara (1996); 23) Mesut, R: Osmanlı Döneminde Türk Anatomi Bilimi ve Anatomi Öğretimi, Morf Derg, 7(2): 11-14 (1999); 24) Uluçam E, Gökçe N, Mesut R: Turkish Anatomy Education from the Foundation of the First Modern Medical School to Today, Journal of the International Society fort he History of Islamic Medicine, Vol. 2 (4): 50-52 (2003); 25) Mesut R, Gökçe N, Uluçam E: Selçuklu Döneminde Tıp Eğitimi ve Anatomi, Morf Derg, 11-12 (1-2): 62-65 (2003-2004), 26) Yıldırım, M: Cerrahpaşa Anatomi Ekolünün Yaratıcısı: Prof. Dr. Orhan Kuran, Morf Derg, 13 (1-2): 4-8 (2005-2008); 27) Mesut R: Cumhuriyet Döneminde Türk Anatomi Bilimi ve Anatomi Eğitimi, Morf Derg,14 (1): 1-25 (2009-2012); 28) Ortuğ, G: Anatomide İz Bırakanlar. Resimli Anatomi Tarihi – Biyografi ve Eponim. Bahçeşehir Üniv Yay, İstanbul (2015); 29) Mesut R: A Short History of Trakya University Faculty of Medicine, Balkan Med J, 36 (2): 147-151 (2019); 30) Çıkmaz S, Mesut R: History of Islamic Medical Schools in Turkey’s Territory, Balkan Med J, 37 (6): 361-370 (2020).