Edirne

NASIL “EDİRNEKEŞ” OLDUM

 Başlıktaki “Edirnekeş” deyimiyle “Edirne tutukunu, Edirne sevdalısı” kastedilmektedir. Aslında Edirne doğumlu olmayıp sonradan bu şehre gönül verenler için söylenmiştir. Sözcüğün telif hakkı bana ait değildir. İlk defasında Dr. Ratip Kazancıgil’den duymuştum. Kendisi Malatya doğumlu olmasına rağmen 1950’li yıllarda tayinle Edirne’ye gelmiş ve emekli olduğu halde hala Edirne’yi terkedememektedir, yani tamı tamına 65 yılını burada doldurmuştur (şimdi 95 yaşındadır). Daha sonraki yıllarda Edirne’ye sevdalanan başka tanıdıklarım da oldu. Özellikle 1982’de Trakya Üniversitesi’nin kurulmasıyla göreve başlayan öğretim elemanları arasından birçoğu, görev sürelerinin dolmasından sonra da Edirne’de kalmayı tercih ettiler. Hatta üniversite öğrencisi olarak okumaya gelen gençler de bu “iklimi” sevdiler, akademik kariyer yapmak veya meslekleriyle ilgili çalışmak için Edirne’de kaldılar.

            Ben de 1982 yılında, Üniversite’nin ilk kurucuları arasında gelmiş, 26 çalışma yılımı  doldurduktan sonra (2008’de), emeklilik yıllarımı da bu şehirde geçirmek üzere, artık tescilli bir “Edirnekeş” olarak ikâmetimi sürdürmekteyim. Aslında bu kararı çok önce vermiştim ve daha 1988’de nüfus kaydımı İstanbul’dan Edirne’ye nakletmiştim. Yani çok önceden kararlaştırılmış bilinçli bir tercihti. Yıllar geçtikten sonra bu tercihimin isabetli olduğunu gördüm ve şimdi gerekçelerimi açıklamak istiyorum.

“Çocukluktan gelen Edirne hayranlığı”

         Aslında kader çok önceden yazılmıştı. Beni büyüten babaannem bir “jön Türk” kızı idi. Babası İstanbul’dan deniz yolu ile kaçarak 1880’li yıllarda Romanya’ya sığınmış, burada evlenmiş, aile kurmuş, fakat Osmanlı İmparatorluğundaki olaylardan kopmamıştı. Babaannem okuryazar olup zamanına göre çok iyi eğitim görmüş, Avrupaî tarzda yetişmişti.  Kütüphanesinde “Servet-i Fünun” mecmuasının birçok sayısı bulunuyordu. Gençliğinde ateşli İttihad ve Terakki yanlısı olmuş, Meşrutiyet ve Hürriyet yıllarını yakınen yaşamıştı. Fransız İhtilâline hayrandı, “Hürriyet! Müsavat! Uhuvvet!” şiarını bana açıklardı. Eski kartpostallardan “Hürriyet Kahramanlarını” gösterir, Niyazi Bey, Enver ve Talat Paşaları yüceltirdi.  Fakat aynı zamanda bana büyük ebatlı, deri kaplı Muhammediye ve Ahmediye kitaplarından Uhud ve Hendek savaşlarını anlatır, beş vakit namaz kılar, orucunu tutar, ramazanda “mukabele” okur, ölmüşleri için hatim indirirdi. Edirne’yi de Meşrutiyet’in ve İttihak-Terraki’nin kalesi olarak tanıtırdı (bugünkü Halk Eğitim Merkezi binası ve “Talat Paşa asfaltı” da haklı olduğunu kanıtlamaktadır). Sık sık bana, 

“…Tunca, Arda, güzel Meriç, 

bu üç kardeş Türkündür…”  marşını heyecanlanarak okurdu. 

Balkan Savaşında Edirne kuşatmasını can havliyle takip etmişlerdi. Edirne’nin düştüğü günü hiç unutmuyordu. O gün “Odrini padna” (Edirne düştü) naraları atan Bulgarlar sokakları doldurmuş, sevinç gösterileri yapmışlar. Babaannem hiç Bulgarca bilmiyordu, fakat bu iki sözcüğü hep hatırlıyordu. Günlerce perdeleri çekmişler ve evden dışarı çıkmamışlardı.

Bulgarca okuma kitabımızda ise bir “Maystor Manol” hikâyesi vardı. Bu usta (maystor) Edirne’deki “Sultan Selim Djamiya” inşaatında aylarca çalışmış ve bu güzel esere gönül bağlamıştı. İnşaat bitmiş, ayrılık zamanı gelince bir minarenin en yüksek şerefesine çıkmış ve kendini boşluğa bırakmış (ruhu göğe yükselmiş deniyordu). Bütün Balkan ülkelerini dolaştım, Sultan Selim Djamiya dedikleri bizim Selimiye’nin şaheser olduğunu bilmeyen yoktu.

            “Kader beni Edirne’ye yönlendirdi”

            Aslında doğma büyüme Dobruca topraklarındanım. Bugün Romanya ile Bulgaristan arasında paylaşılan bu düzlük, pek bilinmese de, tarih boyunca hep Türklük diyarı olmuştur. Çünkü Altay’lardan başlayan Avrasya bozkırlarının bittiği yerdir. Yani Türk kavimlerinin Batı’ya doğru at koşturduğu, “Balkan” dediği dağların önünde durakaldığı son düzlüktür. Bir tarafında Karadeniz’in hırçın dalgaları çırpınır, öbür tarafında durgun akan Tuna Nehri süzülür. Deniz de, nehir de Türklerin tarihi utkusudur. Osmanlı akıncıları bu verimli ovaya ilk olarak 1388’de ayak basmış, nüfusu seyrelmiş bölgeye Anadolu’dan  göçmenler getirmiş ve  bayındır etmiştir. Beş asır nüfusun kâhir ekseriyetini Türkler oluşturmuştur. Ne var ki, gerileme devrinin sonlarında (1878) terketmek mecburiyetinde kalınca, arkasında sahipsiz ve savunmasız Müslümanlar bırakmıştır. 140-yıldır bu çaresiz insanlar, Türk bayrağının dalgalandığı ve minarelerinden ezan seslerinin yükseldiği, horlanıp dışlanmadıkları “son sığınma diyarına” göçetmek için çabalamışlardır. Dedem de, babam da bunu başaramadılar, çocuklarımı Anavatan’a atmak bana nasip oldu. Türklerin yabancı egemenliğinde kalmasından tam 100 yıl sonra, 1978 senesinde, Varna Tıp Üniversitesinde başlamış olduğum akademik kariyerimden vazgeçerek, gönüllü olarak Türkiye’ye geldim (iki ülke arasında 1968’de imzalanmış serbest göçmen antlaşması uyarınca). 

                                           

Göçmen pasaportu için çekilen aile fotografı (Varna, 22.08.1978)

 Edirne’de Karaağaç Göçmen Misafirhanesinde “Muhacir 

                                    Kâğıdı” için çekilen vesikalık fotograf (17.11.1978)

            Kader beni babaannemin pek sevdiği Edirne’ye yönlendirmişti. Hür Türk toprağına ayak basmak için Edirne’yi seçmişti. İki gün burada kalmama rağmen Selimiye’yi sadece uzaktan görebildim. Benden önce gelen bütün akrabalarım İstanbul’a yerleşmişlerdi ve beni de oraya çektiler. 

Fakat kader ağlarını örüyordu. Bir tesadüf eseri, 1980 yılında İstanbul Üniversitesine bağlı Edirne Tıp Fakültesi kadrosuna “uzman” olarak katıldım ve üç yıl (1980-83 arası) Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde görevlendirilmiş olarak çalıştım. Bu esnada Edirne Tıp Fakültesi, İstanbul Üniversitesi bünyesinden ayrıldı ve yeni kurulan Trakya Üniversitesi bünyesine alınınca kendimi tekrar Edirne’de buldum. Kaderden kaçılmazdı … 

“33 yıl önce Edirne daha sevimliydi …”

Şanlı geçmişine rağmen, ücra köşede sıkışmış kalmış, 72 bin nüfuslu, orta büyüklükte bir şehirdi. Hinterlandı yoktu, büyüme potansiyeli görünmüyordu. Bir tarafta “Varşova Paktı”na üye komünist Bulgaristan, diğer tarafta “sözde” NATO müttefiğimiz Yunanistan vardı ve bu şehre ciddi yatırımlar yapılmıyordu. İstanbul gibi kalabalık bir metropolden gelenler için tenha taşra sayılırdı. 

Fakat endamında bir asalet, görmüş geçirmişlik ve olgunluk hemen asırların payitahtını hissetiriyordu. Selimiye’nin kubbesi ve minareleri doruk noktasında yükseliyor, muhteşem bir hükümdar tacı gibi her taraftan görünüyordu. Her biri Osmanlı mimarisinin gelişmesine delâlet eden Eski Cami ve Üçşerefeli Cami de, şaheseri müjdeleyen vakur ecdat gibi çevresinde yerlerini almışlardı. Sadece camileri dolaşmak bile bir hafta sürerdi. Oysa birbirinden güzel taş köprüler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, kapalı çarşılar, çeşmeler, türbeler, yatırlar her sokak başında karşınıza çıkıyordu. Arnavut kaldırımlı dar sokakları ve yüksek duvarların ardındaki çiçek bahçeli, kiremit örtülü evleriyle Ayşekadın mahallesi adeta “zamanda geriye yolculuk” hissi veriyordu. Uzunkaldırım’da yürürken “orta zamana” yaklaştığını zannediyordun. Kaleiçi ise Osmanlı’nın kozmopolit gayrimüslim tebasının yaşam tarzını sergiliyordu. Adeta tarihin sayfalarından canlanmış bir “yaşayan müze-kent” idi. Ve gözlerimin önünde bu eşsiz tarihi doku 33 senede tahrip edildi durdu, asırların birikimi olan bu kültürel zenginlik yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttu…

“Sempatik bir Üniversite kenti olmaya aday …”

Stratejik mülâhazalar sonucu, endüstriyel ve ticari yatırımlar yapılmayan şehre 1982 yılında Üniversite kurulmasıyla yeni fırsatlar doğdu. Çağlardan beri üniversiteliler ve hocaları gürültülü ve kalabalık şehirleri sevmemişti, kendilerine ait huzurlu mekânları, kütüphaneleri, kantinleri, kafeteryaları olmalıydı. Dünyanın en eski ve ünlü üniversiteleri (Almanya’da Heidelberg; Fransa’da Montpellier; İngiltere’de Oxford ve Cambridge; ABD’de Harvard) nispeten küçük şehirlerde kurulmuşlardı. Hele de bir akarsu oradan geçiyorsa geleneksel kürek yarışları yapılabiliyordu… Edirne’de ise üç akarsu birleşmekteydi! Ben öğrencilerime hep söylemişimdir, “şanslısınız ki üniversite yıllarınız Edirne’de geçiyor…”

Aslında Osmanlı Edirne’de medreseler kurmuştu (Dâr-ül-Hadis, Dâr-ül-Kurra, Saatli Medrese, Peykler Medresesi, v.s). Bugün “Sağlık Müzesi” olarak Avrupa’dan ödüller alan, 2. Bayezid Külliyesi’ne ait Medrese-i Etıbbâ ise, 1488 yılından zamanımıza kadar iyi korunmuş bir tıp fakültesidir. 

Bir bölge üniversitesi niyetiyle kurulan Trakya Üniversitesi, oldukça kısa sürede, Çanakkale, Tekirdağ ve Kırklareli Üniversitelerinin kopmaları sonunda, şimdi bir “il üniversitesi” hüviyetine bürünmüştür. Seçmenlerden oy toplamak için siyasi amaçlarla da olsa, üniversitemiz daha sağlıklı ve idare edilebilir bünyeye kavuşmuştur. Bugün Edirne sokaklarına canlılık ve hareketlilik kazandıran üniversite gençlerini gördükçe gelecek için umutluyum. Bunlara kolejlerin ve diğer dengi okulların cıvıl cıvıl çocuklarını da eklemeliyim.

“ Huzurlu ve hoşgörülü ortam…”

Edirne’de en fazla değer verdiğim husus insanların sakin, dengeli ve aklıselim davranışlarıdır. Okuryazar oranı yüksek olup, kadınlara ve yabancılara karşı hoşgörülü, çocuklara ve yaşlılara saygılı, siyasi ve sportif hırçınlıklardan uzak durmaktadırlar. Hırsızlık ve cinayetler nadir olup, “kan davası”, “aşiret kavgası”, “mezhep savaşı” akıllarına bile gelmez. Bunun sadece köklü Edirnelilere has görgü ve terbiye olduğunu iddia edemem. Çünkü bu şehirde oturanalar çok değişik yerlerden gelmişler, büyük bir kısmı Balkanlardan mübadil veya muhacirdir, diğerleri ise ülkemizin muhtelif bölgelerinden göç etmiştir. Aşiret veya tarikat zihniyetini aşmışlar, belki de bu kutuplaştırıcı zihniyetlerden kaçmışlardır. İkinci Dünya Savaşında, Hitler ordularının tankları sınırlarımıza dayanınca, şehrin nüfusu 30 binlere düşmüştü. Bugün ise 150 bini geçmiştir, yani 70 yılda 5 misli. Bu doğal bir nüfus artışı ile izah edilemez, lâkin iş sahası kısıtlı bir sınır kenti için de şaşırtıcıdır. Değişik kökenli insanları ortak paydada birleştiren “çağdaşlık” ruhu, Edirne’yi ülkemizin en rahat yaşanan kenti haline getirmiştir. Tabi, İstanbul’dan çok uzak olmaması ve Avrupa’ya giden yolların kesişim noktasında yer alması söz konusu değerlendirmeye katkıda bulunmuştur. 

Komünist diktatörlükten kurtulan Bulgaristan ve ekonomik krizden sonra ayılan Yunanistan için de Edirne’nin cazibesi artmıştır. Her gün çarşıları ve sokakları dolduran “komşu” Bulgar ve Yunanlı turistler arasında farklı ülkelerden gelenlere de rastlanmaktadır. İç turizm patlaması yaşanmakta, özellikle İstanbullular Edirne’nin kıymetini fark etmişlerdir. Emeklilikte Edirne’ye yerleşmek isteyenlerin sayısı da artmaktadır. Çünkü sağlık hizmetlerindeki kalite, asayişin berkemal olması ve kültürlü insanlar ortamı onları celbetmektedir.  

“Edirne’nin ötesi yok ki …”

Türkiye’yi dolaşırken yeni tanıştığım, hatta tesadüfen karşılaştığım kişiler “memleket neresi” diye sorarlardı. Uzun uzadıya doğup büyüdüğüm yerleri anlatmak beni yoruyordu, bir bakıma unutmak da istiyordum. Edirne’nin ötesi artık kalmamıştı, “Edirneliyim” deyip kısa kestiriyordum. Zaten Rumeli şivem, kılık kıyafetim ve dış görünümüm bunu destekliyordu. Havasını suyunu, yemeklerini ve insanlarını hiç yadırgamamıştım. Tıp doktoru olmama rağmen, küçüklükten beri tarih ve coğrafya ile ilgilenmek benim için en zevkli uğraş olmuştu. Buna “hobi” de diyebiliriz. Özellikle Osmanlı tarihini Genel Türk tarihi ve Dünya tarihi içinde irdelemek için sayısız kitaplar okumuştum. 

Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalmış insanlar (bugün haksız olarak “dış Türkler” deniyor), maruz kaldıkları asimilasyona tepki olarak genelde “milliyetçi” oluyorlar. Bu olgu, atalarının diline ve dinine sahip çıkmak, ana-babanın hatırasına bağlılık olarak içgüdüsel bir davranış şeklidir (diğer topluluklarda da gözlemlenir). Bu “şoven” (kendini üstün gören) milliyetçilik değidir, sadece benim de milli hasletlerim vardır, demektir. Diğer etnik kökenlilere kin ve garez beslemek hiç değildir.

Edirne’nin ikliminde milliyetçilik vardır, diğer milletlere düşmanlık ise yoktur. Bu nedenle ben Edirne’yi sevdim ve “Edirnekeş” oldum.  Prof. Dr. Recep Mesut

Prof. Dr. Recep Mesut

Osmanlı tarihi ve Tıp tarihi ilgimi çekmektedir. Bu alanlarda sürekli kitap ve makaleler okurum. Dünya tarihi ve mitoloji ile de ilgilenirim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu