TIP EĞİTİMİNDE USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİ
Prof. Dr. Recep MESUT
Hekimlik insanlık tarihi kadar eski bir meslektir. İlkel toplumlarda şamanlar veya kam’lar, büyü ile karışık ritüellerini, şifalı otlar ve rasyonel uygulamalar ile desteklemişlerdir. Kendi ardıllarını seçerek ve yanlarında çıraklık yaptırarak yetiştirmişlerdir. Bugünkü “otacılar” ve “ahtarlar”, mahalle “ebeleri” ve “kocakarıları”, kırık-çıkıkçılar, sülük yapıştıran ve kan alan berberler ile sünnetçiler de hünerlerini en yakın aile bireylerine aktararak bu geleneğin devamını oluşturmuşlardır.
Hekimlik ile ilgili bilinen en eski yazılı kanunlar M.Ö. 1750 yıllarında yaşamış Babil kralı Hammurabi’ye ait olanlardır. Bu kanunlarda hekimlik meslek erbabı hakkında hükümler de yer almaktadır. Hastaları, bilgi ve becerisiyle tedavi ederek, geçimini bu yolla sağlayanlara, “malpraxis” (kötü uygulama) sonucu verilecek ağır cezalar zikredilmiştir.
Fakat hekimlik sadece basit ve sıradan bir meslek değildir. Aynı zamanda bir bilim’dir. Bilinen en eski bilge-hekim M.Ö. 2600 civarında Eski Mısır’da yaşamış olan İmhotep’tir. Firavun Coser’in başveziri, başmimarı ve başhekimi’dir. Ölümsüzlük arayışında din ve tasavvufu hekimlik bilgileriyle harmanlamış, yaşam ile ölümün sırrına ulaştığı sırada tanrılar tarafından “öbür dünyaya” alınmıştır. Dikkat etmişseniz bilim-kurgu filmlerinde dirilen mumyaların adı da İmhotep’tir. Sonraki nesiller kendisine “hekimliğin bilge tanrısı” olarak tapınaklar inşa etmişler ve bu mekânlarda hastalıklarına şifa aramışlardır. Burada görevli rahipler gizemli ve dokunulmaz kapalı cemiyet oluşturarak “usta-çırak” yöntemiyle kendi aile bireylerini yetkili kılmışlardır. Müslüman Araplar Mısır’ı fethettikleri sırada eski başkent Teb civarındaki bu bilge-rahiplere saygı göstermişler ve onların gizemli bilimine “Teb bilimi” yani “Tıb” demişlerdir. Oradan da “tabib” (çoğul “etıbba”) ve “tababet” sözcükleri gelir. Öyle ki Yavuz Sultan Selim 1518 yılında Mısır’ı fethettiğinde müslümanlaşmış bu bilge-hekimlerin ikâmet ettikleri Kaysun köyünden en yetenekli aileyi İstanbul’a getirtmiştir. Üç nesil Kaysunîzâde’ler Osmanlı sarayında başhekimlik yapmışlardır. Örneğin 1566’da Zigetvar kuşatması esnasında vefat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın cesedini Kaysunizâde Mehmet Efendi sultan otağında tahnit etmiş (mumyalamış) ve çürümeden 40 günde İstanbul’a ulaşmasını sağlamıştır.
Efsane haline gelen İmhotep inancı Eski Yunan’da Asklepios ile özdeşleşmiş ve şifahane görevi üstlenen asklepieion’lar inşa edilmiştir. Asklepios’un yılanlı asâsı da tıbbın simgesi sayılmıştır. Asklepios da “ölümlü insanları ölümsüz kılacak” korkusuyla baş tanrı Zeus tarafından yıldırım gönderilerek öldürülmüştür. Roma mitolojisinde Aesculap, Hıristiyanlıkta Aziz Kosmas ve Damianos kardeşler, İslamiyette Lokman Hekim hep bu mistik inançların yansımasıdır.
Türkiye sınırları içindeki en ünlü asklepieion Bergama’dadır. Ve ünlü Galenos (MS. 130-200) burada yetişmiş ve yakındaki Allianoi kaplıcalarını kullanmıştır. Fakat ondan 600 yıl önce, Bodrum karşısındaki Kos (İstanköy) adasında “tıbbın babası” Hipokrat yaşamış ve onun asklepieionu en çok ziyaret edilenler arasındadır. Hipokrat’a göre tıp bir sanat’tır – “vita brevis, ars longa” (hayat kısa, sanat uzun) sözü ona aittir. Sanat dediği ise “tıp sanatı”dır. Ben de tıbbın üçlü “teslis”ine inanırım – meslek-bilim-sanat. Sanat deyimi ile yaratıcılık ilhamı kastedilir. Tıp tarihi hocamız Ratip Kazancıgil’e göre ise tıp “tanrısal” meslektir, çünkü hekimler tanrılaştırılmış, tanrılar hekimlik yapmıştır.
Gerek Mısır tapınaklarında, gerekse Yunan asklepieion’larında “hekim yetiştirme” sanatı sistemli bir uygulamaya dönüşmüştür. Birikim ve deneyim sahibi yaşlı hekimler “usta-çırak” yöntemiyle, yanlarına kabul ettikleri az sayıda seçkin öğrencilerine hekimliğin sırlarını öğretmişlerdir. Uzun yıllar süren çıraklık ve kalfalık dönemlerinden sonra, hocanın takdirine bağlı olarak “bireysel mezuniyet” beratları verilmiştir. Hipokrat ise bu eğitimi paralı hale getiren ilk kişidir. Bunun için ilk tıp öğretim üyesi sayılır. Ondan öncekiler genellikle bilgilerini kendi evlâtlarına aktarırlardı.
İslâm medeniyeti de hekim yetiştirilmesinde “usta-çırak” yöntemini benimsedi. Abbasi halifeleri Ortadoğu’da (Bağdat, Şam ve Kahire’de), Emeviler de Endülüs’te muazzam hastaneler kurdular. Bu hastanelerin yanında tıp medreseleri faaliyete geçti. İhtiyaca binaen eğitim alan “şakird” (çırak-talebe) sayısı arttı, dini ve tıbbi bilgiler teorik olarak anlatılmaya başlandı, kitaplar tavsiye edildi, müfredat belirlendi. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de darüşşifalar yanında hekim yetiştiren “medrese-i etıbba”lar geleneği sürdürüldü. Ayakta kalan en iyi korunmuş ve restore edilmiş örneği de Edirne’deki 2. Bayezid külliyesidir. Selçuklu sultanlarının “emir-ül-hükema”, Osmanlı sultanlarının “hekimbaşı” dedikleri yetkilendirilmiş kişiler denetim ve sınavlar yapmaya başladılar. Hastaların muayene, teşhis ve tedavisinde vazgeçilmez metot olarak “usta-çırak” yöntemi, yani görerek, dinleyerek ve dokunarak öğrenme her zaman ağırlığını muhafaza etti. Çünkü tıpta hastalık değil, hasta önemliydi. Her bir hastanın bireysel özelliğini kitaplara ve teorik derslere sığdırmak mümkün değildi. Tecrübe son derece önemli unsurdu. Usta-çırak yönteminde her bir öğrenci birinci ağızdan, bizzat üstadın ağzından çıkanları duyabiliyor, ellerinin becerisini görebiliyordu. Bugün bile en verimli ve kalıcı öğrenme şekli “görerek, duyarak ve dokunarak” öğrenmektir. Klinikte buna “bed-side” (hasta başı, yatak yanı) uygulaması denir. Bu nedenle tıp eğitiminin açık öğretim, uzaktan eğitim, ikili öğretim gibi kitlesel öğrenim biçimleri tartışmaya dahi açılmamaktadır.
Fakat Rönesans’la birlikte Avrupa’da, sanayi devrimi sonrası bütün Dünya’da nüfus arttıkça ve toplum refahı geliştikçe hekim ihtiyacı da hızla artmıştır. Örneğin, hala Türkiye’de 100,000 hekimin yetersiz olduğu savunulmaktadır. Bu talep karşısında “usta-çırak” yöntemiyle sağlanan arz yetersiz kalmıştır. Peyderpey devreye giren tıp fakülteleri geniş kitlelere açılmış ve öğrenci sayıları katlanarak artış göstermiştir. Kalabalık sınıflarda “seri üretime”, yani manifaturadan fabrikasyona geçilmiştir. Bu sınıflarda “bireysel eğitim” vermek mümkün değildir. Tek seçenek olarak öğretim üyesi sayısını arttırarak branşlaşma yoluna gidilmek olmuştur. Altı yıllık öğrenim süresine yaklaşık 40 disiplin (ders) sığdırılmıştır. Her bir dersten başarılı olma şartı getirilerek bugünkü karmaşık müfredatlara (“curriculum”) ulaşılmıştır.
Buna rağmen hekim yetiştirme sürecinde küçük grup uygulamalarından vazgeçilmemiştir. Klinik öncesi dönemde 24 kişilik gruplar, klinik dönemde 12 kişilik gruplar optimal sayılmıştır. Ancak uygulama saatlerinde bunların 6-şar kişilik alt-gruplara bölünmesi şart koşulmuştur. Bu uygulamaları en tecrübeli hocaların yürütmesi esastır. Ne yazık ki bazı hocalarımız kürsü dersi vermeyi marifet sayarlar, küçük gruplar halindeki öğrencileri yanlarına alarak anlatarak göstermekten imtina ederler. Aslında öğretim üyesi sayılarımız “usta-çırak” eğitimi için yeterli düzeydedir – ortalama 5 öğrenciye bir hoca düşmektedir. Oysa vakti zamanında Hipokrat tek idi, fakat öğrenci sayısı 8-10 kişiyi buluyordu.
Ben tıp öğrenciliğim sırasında en kalıcı bilgileri kürsü derslerinden değil, “bed-side” uygulamalardan aldığımı anlatmak istiyorum: 4. sınıfta Dahiliye stajında her birimize takip edeceğimiz birer hasta verilmişti. Benim hastamın ilerlemiş bir solunum ve kalp yetmezliği vardı, “cor pulmonale” diyorduk. Sabah vizitten önce bulguları yetiştirmeye çalışıyordum. Fakat hasta ağırlaşmış, oturarak ve karyola demirlerine tutunarak zor nefes alıyor, morarmış ve ağzından köpükler geliyordu. Odaya giren dahiliye profesörümüz uzaktan hastanın durumunu fark etti ve hepimizi benim hastamın çevresine topladı. Hemşirelere damardan kardiyotonik yapmalarını ve sürekli kan almalarını emretti. Bizlere “ İşte akciğer ödemi! Gecikirseniz hastayı kaybedebilirsiniz”, dedi.
Önce ben, sonra gruptaki diğer arkadaşlarım akciğerleri dinledik. Her iki tarafta, tepeden tabana, olağanüstü bir krepitan raller senfonisini hala unutamam. İki yıl sonra mezun oldum ve bir köy sağlık ocağında tek başıma çalışmaya başladım. Acilen yaşlı bir hastanın evine çağırdılar. Aynı tablo ile karşılaştım, hocamdan gördüğümü uyguladım, hasta kurtuldu ve 10 yıl daha yaşadı.
Hocadan bire bir öğrenilen sadece klinik ile sınırlı değildir. Örneğin 2. sınıfta disseksiyon çalışması yapıyorduk. Kalabalık salon birden sessizliğe büründü. Meğer kürsü başkanı içeri girmişti. Bu hocanın teorik dersleri çok monotondu, bizleri adeta uyutuyordu. Fakat disseksiyon tekniği müthişti. Doğru bizim masaya yöneldi ve benim ensede ne aradığımı sordu. Yanımdaki atlasa bakarak “n. occipitalis major”u bulmaya çalışıyordum. Hemen bistüri ve pensetimi aldı, yağ dokusuna tek bir şak yaptı ve kalınca bir sinir ortaya çıkıverdi. Bir saatten beri aradığım sinir bir dakikada bulunmuştu. Büyülenmiştim ve belki de anatomiye hayranlığım o dakikadan itibaren başladı.
Bu örnekleri pekâlâ çoğaltmak mümkündür. Her bir hekim arkadaşımın unutamadığı benzer anıları vardır. “Usta-çırak” yönteminin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu anlatmak için 45 yıl öncesine ait bu hatıralarımı sizlere paylaşmak istedim.
Ancak “usta-çırak” yönteminin hala geçerli olduğu bir tıp eğitimine dikkatlerinizi çekmek isterim: Bu mezuniyet sonrası “tıpta uzmanlık” eğitimidir (veya temel bilimlerde doktora eğitimi). Her ikisi de binyılların geleneğinden süzülerek gelen “usta-çırak” yönteminin ta kendisidir. Ancak bunun bazı koşulları vardır: öğrenci sayısı sınırlıdır ve bu öğrencilerin temel tıp bilgileriyle önceden donatılmış olmaları gerekir.
Akademik kariyerimde 41 yılı tamamladım. Her zaman öğrencilerimle bire bir ilişkiye önem verdim. Onları çevreme toplayarak anlatmaktan zevk aldım. “Üç sevgi” kuralına canı gönülden inandım – öğrenciyi sevmek, öğretmeyi sevmek, kendi bilim dalını sevmek. Yaş ilerledikçe hedef kitlem de değişti. 50 yaşıma kadar öğrencilerimin, 60 yaşıma kadar da asistanlarımın yetişmesine ağırlık verdim. 60 yaşımdan sonra ise öğretim üyesi yetiştirmeyi ön plana aldım. 67 yaşındayım, “usta-çırak” yaklaşımıyla birikimlerimi aktardığım yardımcı doçentlerin, doçentlerin ve profesörlerin emekliliğim sonrasında benim yerimi dolduracaklarına inanıyorum.
Not: Bu konuşma, 14 Mart 2008 Tıp Bayramı kutlamasında yapılmıştır.